Terörün Toplum Psikolojisine Etkileri
Coranavirüs ve Psikopatoloji
Yaşadığımız koronavisüs salgınında gereken tedbirleri almadan sokağa çıkmak, kalabalıklara karışmak patolojik bir davranış mıdır yoksa bir “öğrenme” mi?Devamını Oku
Devlet yetkililerinin, bilim insanların uyarılarına, kamu spotlarına, TV ve radyo yayınlarına rağmen bu davranışta ısrar etmek organik temelli bir zihinsel yetersizlik nedeniyle düşünme noksanlığı mı yoksa analitik düşünme, eleştirel düşünme konusunda bir eğitim alınmamış olunmasının sonucu olan bir “kavrayamama” durumu mu yoksa sorgulamaya dayalı değil de ezbere dayalı bir eğitim-öğretim sisteminin ürünü mü? Ya da problem olduğu apaçık ortada olan bir durumu problem olarak yeterince algılayamamanın gerisinde, bilimsel bilgi yerine başka bilgi türlerine ağırlık veren bir yaşam biçiminin, bireylerdin bilişsel şemalarını oluşturmuş olması mı?..
Bu bilişsel şemalara dayalı olarak, sokaktaki banklarda oturan, belli bir yaşın üzerinde, “çekirdek aile” modeline geçişle yalnızlaşmış, belki evde tek başına kalmış, dünyada var olduğunu ancak bu tür sosyal etkileşimler yoluyla duyumsayan ya da evli olup, toplumsal yapı çerçevesinde toplumsal cinsiyet rollerinin belirlendiği bir kültürde yetiştiği için evde eşiyle olan birlikteliğini doyum sağlayan paylaşımlar yoluyla giderebileceğini öğrenememiş ve dolayısıyla kendi cinsiyetiyle sosyal etkileşimlerde bulunmanın daha kabul gören, geçerli ve sağlıklı bir davranış olduğunu normlara dayalı olarak öğrenmiş bireylerin davranışı mı patolojik olarak değerlendirilmeli yoksa bunları düşünmeden, analiz etmeden, yorumlamadan; evlerine gitsinler, sokakta bulunup virüs bulaştırmasınlar diye, onların üzerine balkondan su boşaltan, bu kişilere hakarete varan söylemlerde bulunan ve bunları sosyal medya ortamında paylaşan bireylerin davranışı mı patolojik olarak değerlendirilmeli?…
Sağlıksız olarak değerlendirilen sokağa çıkma davranışında ısrar edenlerde varsayalım ki gerçekten organik temelli bir zihinsel problem var. Bu durumda; onlar bu davranışlarından sorumlu tutulamazlar ve suçlanamazlar. Yok eğer böyle bir eksiklik yok ise ve bu kişilerin tamamı da “Kişilik Bozuklukları” tanısı kapsamındaki bozukluklara sahip değillerse, bu durumda da onların bu davranışı ancak ve ancak “öğrenme” ile açıklanabilir. Dolayısıyla BİREYLERİN DAVRANIŞININ DEĞİL ÖĞRENMELERİNİN PATOLOJİK OLUP OLMADIĞININ SORGULANMASI sağlıklı, geçerli ve gerçekçi bir düşünme eylemi olacaktır.
Davranışlarını eleştirdiğimiz bu bireyler acaba NEYİ, NASIL öğrenmiş oluyorlar?…
Bu konudaki olasılıklar şu şekilde sıralanabilir:
- “Hoca yellenirse-cemaat dışkı çıkarır” deyişindeki ilişkiyi, gözlemleyerek öğrenmiş olabilirler.
- İlan edilen Kanun veya kuralların, ilan edildiğini ancak uygulanmadığını hem yaşayarak hem gözlemleyerek öğrenmiş olabilirler.
- Kanun ya da kuralların kısa süreli uygulandığını sonra gevşetildiğini ya da uygulanmadığını yine gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- İşverenlerin, iş görenlerin veya tüm vatandaşların temel yükümlülüğü olan çeşitli isimler altındaki vergilerle ilgili ödemelerin, en üst devlet ve/veya hükümet yetkililerince “bir daha erteleme olmayacak, bu son tarih” denmesine rağmen defalarca tarih değişikliğinin yapıldığını yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Devlete ödenmesi gereken cezaların (trafik, ödeme gecikmesine dayalı cezalar, mahkemelerce karar verilmiş cezalar vb.) belli aralıklarla affa uğradığını yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Kadına yönelik cinayetlerde, çocuklara yönelik istismarlarda, sanığa verilmesi beklenen cezalarda; iyi hal indirimi(!?), geçmişte benzer suçunun olmaması, bazı adli raporlardaki ifadeler (!?) vb. gerekçelerde ciddi anlamda indirime gidildiğini, bazen sanığın ilk mahkemede salıverildiğini, bazen adliyeye gitmeden karakolda “Hadi sarılın, öpüşün ve barışın” gibi uygulamalarla çözüme (?) ulaştırıldığını yine gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Daha bebeklik döneminde “Aman düşmesin” diye kendi başına yürüme davranışında bulunmasının engellendiğini, “Üstüne başına dökmesin” diye kendi başına yemek yeme davranışının elinden alındığını öğrenmiş olabilirler.
- “Bir daha mı çocuk olacak, boş ver, boş ver yapsın, boş ver kırsın, boş ver döksün, boş ver yesin” anlayışıyla kendisinin dünyanın merkezinde olduğunu öğrenmiş olabilirler.
- “Biraz daha uyusun, servis yerine ben okula götürürüm” anlayışıyla okul çağı kendine ait sorumluluğu kazanmasına gerek olmadığını, okul ders saatlerinin başlamasından okul bitişine kadar, okulun hemen yakınındaki kafede/restoranda annesinin (veya anneannesinin, babaannesinin, teyzesinin, halasının vs.), rahatlıkla kendi başına yapabileceği aslında kendi sorumluluğu olan herhangi bir işi için tüm “büyüklerin” her an “göreve hazır” beklediğini öğrenmiş olabilirler. Tabi bununla birlikte “başarma” ve “özgüven” duygusunu kaybetmeyi de öğrenmiş olabilirler.
- Yürürken ya da koşarken başını çarptığı masa kenarının ya da kapının, ebeveynleri tarafından “Bir daha benim çocuğuma zarar verme!” diye tokatlandığını ya da tekmelendiğini görerek, “Demek ki benim başıma gelenler benim hatam ya da suçum değilmiş, benim dışımdaki dünyada bulunan varlıklara aitmiş” düşüncesini ve bu doğrultuda bilişsel şema oluşturmayı (düşünme biçimin) öğrenmiş olabilirler.
- “Öğrenci Merkezli Eğitim” adıyla başlatılan uygulamanın, “Öğrenci endeksli eğitim-öğretim”e dönüştürüldüğünü, hatta “Koşulsuz öğrenci memnuniyeti” anlayışının oluşturulduğunu öğrenci konumunda iken öğrenmiş olabilir.
- “Anne babalar da eğitim-öğretime katkıda bulunsun” iyi niyetinin (ancak sağlıklı, gerçekçi ve geçerli olmayan düşüncenin), anne babaların büyük çoğunluğunun “veli” olduklarını hatırdan çıkartarak eğitim-öğretimin neredeyse tüm aşamalarına müdahale hakkını kendilerinde gördükleri şekle dönüştüğünü ve çoğu okul yönetimlerinin de eğitim-öğretimle “şirket” anlayışını birbirine karıştırarak “koşulsuz müşteri memnuniyeti” prensibini (ki bu prensip de hatalıdır) “Koşulsuz öğrenci ve veli memnuniyeti” ne dönüştürdüklerini hem öğrenci hem veli konumundayken öğrenmiş olabilir.
- Eğitim-öğretimin hangi kademesinde olursa olsun sınava giremediğinde, mazereti gerçek olsun ya da olmasın kendisine bir sınav hakkı tanındığını, ara sınavlar, ödevler, sunumlar, sözlü, yarıyıl ya da yıl sonu sınavlarının sonucunda geçememişse bir bütünleme sınavı hakkı tanındığını, ondan da geçememişse mazeret sınavı hakkı, ondan da geçememişse ve durumu elveriyorsa tek ders sınavı hakkı tanındığını YANİ GEÇMESİ İÇİN ADETA TÜM İMKANLARIN SUNULDUĞUNU HEMEN HERKESİN SEFERBER OLDUĞUNU öğrenmiş olabilir.
- Hatta bütün bunlara rağmen kalması kesinleştiğinde bile hiçbir hiyerarşi tanımadan okulun en üst yöneticisine (hele hele okul özel veya vakıf okulu ise) ulaşabildiğini, üst yöneticinin ise hiyerarşiyi sorgulamadan kendisine “kolaylıklar” sağlayabilmek için “gerekenin” yapacağı sözünün verildiğini öğrenmiş olabilir.
- Mezuniyet sonrasında da liyakata dayalı değil “tanıdığa” dayalı işe yerleştirilmelerin geçerli olduğunu öğrenmiş olabilir.
- Mesleki yaşama geçince de performans değerleme ve değerlendirmelerinin, görev, yetki, sorumluluklar ve ilkeler çerçevesinde yapılanlara göre değil “ilişkilere” göre ve çoğu üst yöneticinin beklediği “UYGULU ÇOCUK” ego durumuna göre yapıldığını öğrenmiş olabilirler.
- En temel anayasal hakkını savunması durumunda kaldığında ise yolunun çok uzun ve çetin olduğunu, hedefe ulaşsa bile ulaşana kadar daha başka birçok şeyi kaybedebileceğini GÖZLEMLEYEREK VE YAŞAYARAK öğrenmiş olabilirler.
- Geçerliliğin gerçeklikten daha önde ve önemli olduğunu (hangi yolla gelinmiş olunursa olunsun, bulunulan konumun, sahip olunan ekonomik gücün, bilimsel bilgiye değil, magazinsel bilgilerle veya absürd davranışlarla medyatik konumda olmanın, evrensel değerlere dayalı yaşam anlayışı ve yaşam biçiminden, bilimsel bilgiye dayalı düşünce ortaya koymaktan daha önemli olduğunu) gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Düşüncesine, tecrübesine ve bilgisine güvendiği kişilerin “Kulağının üstüne yat”, “Donkişotluk yapmanın gereği yok”, “Üzümünü ye bağını sorma”, “Köprüden geçene kadar ayıya dayı diyeceksin”, “Salla başı al maaşı” deyiş ve atasözlerine dayalı öğütlerini dikkate almayı gözlemleyerek ya da bu kişileri model alarak öğrenmiş olabilirler.
- Bu kültürün içine doğmuş, kültürün içinde yetişmiş, kültürel özellikler çerçevesinde bir konum edinmiş bireyler “bir şeyleri kurcalamaya başlarsa konumunu kaybedebileceğini”, gerçeklikle geçerliliğin ayırımını AKIL YOLUYLA öğrenmiş olabilirler; tıpkı “Tanrım! bana; değiştirebileceklerimle ilgili güç ver, değiştiremeyeceklerimle ilgili sabır ve bu ikisini ayırt edecek akıl ver” Kızılderili atasözünde olduğu gibi…
- Bir olası öğrenme de siz yazın…..
Sonra da psikopatolojik davranış etiketinin hangi davranışa ya da davranışlara daha uygun olduğunu düşünün…
Sağlıcakla kalın.
Telafi Edilemeze Odaklanmak
Akaryakıt istasyonlarında, yakıt pompasının aracımıza yakıt aktarıp aktarmadığını nasıl anlarız? Pompanın bağlı olduğu makinedeki numaratör bölümünde bulunan numaralar; ÖNCELİKLE KURUŞLAR BASAMAĞI dönüyorsa…,Devamını Oku
Kuruşlar basamağı dönmeden ve döngüsünü tamamlamadan bir sonraki basamağın (yani “birler” basamağı olan liralar hanesinin) harekete geçmesi mümkün değildir. İkinci basamak da döngüsünü tamamlamadan üçüncü basamağın (yani “onlar” basamağının), üçüncü basamak da döngüsünü tamamlamadan dördüncü basamağın (yani “yüzler” basamağının) harekete geçmesi olası değildir. Dolayısıyla durumumuza, konumumuza ya da “beklentilerimize” bağlı olarak hangi basamakta olmayı arzu edersek edelim ya da hangi basamağı hedeflesek hedefleyelim, UNUTMAYALIM Kİ “BİRİNCİ BASAMAĞA” HEP BAĞLIYIZDIR!… Arzularımız ya da beklentilerimiz doğrultusunda bizler hedeflerimize ulaşmaya motive oluruz. Motiv, en temel anlamda “organizmayı harekete geçiren kuvvet” olarak tanımlanır. Bu bağlamda motivler ikiye ayrılır, birincisi fizyolojik motivlerdir (ki bunlara dürtü adı verilir) ve fizyolojik motivler fizyolojik ihtiyaçlarımızla (açlık, susuzluk, cinsellik, nefes almak gibi ihtiyaçlarımızla) ilgilidir. İkincisi ise sosyal motivlerdir ki bu da içinde yaşadığımız kültürün normlarıyla ve/veya evrensel normlarla (sevme ve sevilme, sevilenlerle ve yakınlarla huzurlu bir yaşam sürme, takdir edilme, saygı görme, dürüstlük, medeni cesaret, adalet, utanma, şehit olma vb. normlarla) ilgilidir. Bireylerin “Yaşamın özü nedir?” ya da “Hayatın anlamı nedir?” sorusuna verdikleri yanıtların ise en temelde ve ağırlıklı olarak “Sevdiklerimle sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmek” şeklinde olduğu görülür. “Her şeyin başı sağlık” sözü de bu bağlamda boşuna değildir. Yani aslında, bireyler yaşamın koşturmacası içinde veya bazen hırslarının akıllarının önüne geçtiğinin farkında olmadıkları zamanlarda unutmuş olsalar da evrensel olan bir gerçek vardır ki o da şudur: EN TEMEL VE İLK BASAMAKTA OLAN FİZYOLOJİK VE PSİKOLOJİK İHTİYAÇLAR TATMİN EDİLMEDEN DİĞER İHTİYAÇLARA SAĞLIKLI BİR BİÇİMDE GEÇİLEMEZ; GEÇİLDİĞİ ZANNEDİLSE DE BU BÜYÜK BİR YANILGIDIR… Bireylerin yaşamında yaşam anlayışına göre bu iki motiv karşı karşıya geldiğinde biri diğerine galip gelir. Örneğin birey dilenmektense açlıktan ölmeyi tercih edebilir veya evladı uğruna, vatan uğruna canından bile vazgeçebilir (yani sosyal motiv fizyolojik motive üstün gelebilir). Ya da sağlığı, mutluluğu veya onuru uğruna tüm servetinden de makamlardan da vazgeçebilir. Socrates’ in Atina kralına (Academia’dan atılmasına, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç olmasına rağmen, Atina kralının “gençlerin kafasını karıştırmaktan vazgeç seni vezirim yapayım” demesine rağmen) “Benim kendimi lâyık gördüğüm makamın yanında sizin vezirliğinizin ne önemi var ki?” demesi örneğinde olduğu gibi… İnsan evladının temel ihtiyaçları konusunda birçok bilim dalı içinde yer alan ve gerek bu bilim dallarında öğrenim görmüş gerekse kendi özel ilgileri nedeniyle bireylerin bildikleri önemli bir kuram vardır: Psikoloji bilimi içinde hem Hümanizm ekolünün hem de Sosyal Öğrenme Kuramlarının içinde yer alan “MASLOW’ UN İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ” kuramı. Bu kurama göre insanların temel ihtiyaçları vardır. Bunlar önem sırasına göre sıralanırlar ve biri giderilmeden diğerini geçilmesi pek mümkün değildir. Geçiliyor gibi görünse de birey sonraki aşamada yine önceki aşamada giderilmemiş olan ihtiyaçlarının “tahsilatı” ile uğraşır. Bu ihtiyaçlar şunlardır (önem sırasına göre): Maslow’ a göre: “KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİREY OLABİLMEK İÇİN HİYERARŞİK OLARAK DİZİLMİŞ BU İHTİYAÇLAR İÇİNDE ÖNCELİKLE EN ALTTA BULUNAN FİZYOLOJİK İHTİYAÇLARIN (birinci basamaktaki ihtiyacın) KARŞILANMIŞ OLMASI GEREKİR. HER BİR İHTİYAÇ TATMİN EDİLDİĞİNDE, HİYERARŞİDE KENDİNDEN BİR YUKARIDA BULUNAN DİĞER İHTİYACI ZATEN HAREKETE GEÇİRİR”. Klinik Psikolojide çok önemli olan GERÇEKLİK TERAPİSİ KURAMI’ na göre de (kuramın babası William Glasser’ dır); İNSANIN EVRENSEL ve GENETİK olan BEŞ TEMEL PSİKOLOJİK İHTİYACI VARDIR; bunlar şöyle sıralanır. Glasser’ a göre davranışlarımızı bu temel ihtiyaç ve istekleri gerçekleştirmek üzere seçeriz. Mental Bozukluklar da duygusal bozukluklar da bireylerin bu ihtiyaçlarından birini ya da daha çoğunu karşılamama ya da karşılayamaması durumlarında ortaya çıkar. İlk ihtiyaç (Hayatta Kalma İhtiyacı) Maslow’ un açıklamalarıyla büyük bir oranda örtüştüğü için burada yazmaya gerek duymuyorum. Ancak ikinci ihtiyaç olan Ait Olma İhtiyacı konusunda şu iki özellik Glasser tarafından vurgulanır: Diğerleri ise şöyle açıklanır: Glasser’ a göre, insanlar elindekilerden fazlasını elde etmekten haz duyarlar. İlişkilerde ilk önce ait olma, sonra güçlü olma isteği belirir. Bu da ilişkiyi kontrole dönüşür. Eğer ki güçlü olma ihtiyacı dış dünyayı kontrol etmeye yöneliyorsa ya da kontrol ediyorsa bu durum, kişiye zarar verir. Fakat bazen, güçlü olma ihtiyacı ile özgür olma ihtiyacı birbiriyle çelişir. Bunun nedeni gücün özgürlüğü sınırlandırmasıdır. Örneğin, iyi bir meslek için veya mesleki alanda başkaları tarafından “ONANMAK İÇİN” birçok şeyden vazgeçebilir insanlar… Ya da başkasının bizim üzerimizdeki gücü, bizim özgürlüğümüze tehdit olabilir. Glasser’a göre, insanlar, etkili olmayan kararları özgürlük, ait olma ve güçlü olma ihtiyaçlarını yok etme pahasına verirler. Coronavirüs nedeniyle tüm dünyayla birlikte bizim de yaşadığımız psikolojik atmosferde, özellikle sağlık ve eğitim-öğretim alanında deyim yerindeyse üst yöneticilerin sözlü ya da yazılı açıklamalarının alandaki çoğu uygulayıcılar (doğrudan veya dolaylı uygulayıcılar) tarafından hatalı anlamalara, farklı yorumlamalara ve (belki de en önemlisi) yazının başlarında belirttiğim İHTİYAÇLARA (!?) bağlı olarak “ipin ucunun” kaçırıldığı uygulamalara dönüştürüldüğü ve dönüştüğü kanaatindeyim. Burada hem eğitimci kimliğim hem klinik psikolog kimliğimle özellikle eğitim-öğretim alanında yaşananlara, ilintili olarak da psikolojik sağlık konusuna yer vermeyi gerekli görüyorum. Gerek YÖK Başkanımız Sn. Yekta SARAÇ tarafından gerekse Milli Eğitim Bakanımız Sn. Prof. Dr. Ziya SELÇUK tarafından, yaşanan olağanüstü ortamda, devletin işleyişinde devamlılık esastır prensibinden hareketle, öğrencilerin kendilerini ihmal edilmiş olarak görmemeleri, öğrenimleriyle ilgili bağlarını koparmamaları amacıyla eğitimcilerin de bu süreçte zaten gerekenleri yapacaklarına olan inançlarıyla eğitim-öğretim faaliyetlerinin online olarak yürütülmesi uygun bulunmuş, karar verilmiş, planlanmış ve eldeki imkanlar ölçüsünde uygulamaya konulmuştur. Bu oldukça yerinde, olumlu, sağlıklı ve gerekli bir uygulamadır. Ancak… Gerek YÖK’e bağlı resmi ve vakıf üniversitelerinin çoğunda, gerekse MEB’ e bağlı resmi ve özel okulların çoğunda ve neredeyse tüm kademelerinde sanki birbirleriyle yarışırcasına, işin özünün ve iyi niyetin kaybedildiği, kimin hangi teknik ve yöntemlerle güya “farklılık” yaratacağı düşünülen (?) etkinliklerle ön plana geçmenin önemli hale geldiği bir sürece girilmiş görülüyor. Yani adeta niteliğin yerine niceliğin geçmeye başladığı bir süreç yaşanmaya başladı. Çünkü bazı okul yöneticilerinin, öğretim kadrolarını dahil ettikleri whatsapp gruplarındaki iletiler mobbing boyutunu aşmış durumda… Denk okullar arasındaki, sisteme girilme sayıları, sistemdeki doküman sayıları, sistemdeki öğrenci ve öğretmen sayıları, tamamlanan ödevler, sorular, çalışmalar vs. değişkenlerine göre grafiklerini öğretmenleriyle paylaşan, grafiklerinin ilçe milli eğitim ve il milli eğitim müdürleri tarafından her an görüldüğü ve değerlendirildiğini, diğer okullara göre ya geride oldukları için ya da diğer okullarının önüne geçmeleri gerektiği (!?) için neredeyse öğretmeninden her saat online eğitimle ilgili bir şeyler isteyen bunu isterken de oldukça incitici ve emrivaki ifadeler kullanan bazı okul yöneticilerinin sayısı artmaya başlamış durumda. Bununla yetinmeyip okul velilerini arayan, velilerden de öğretmeni aramasını isteyen bazı okul yöneticileri de bu gidişata eklemlenmeye başlamış durumda. Bunun sonucu olarak; öğretmenleri adeta “taciz” edercesine arayan, eğitimcilikle hiçbir mesleki formasyonları olmadığı halde eğitimle ilgili “bilirkişi” olmaya soyunan ve ne acıdır ki asıl böyle bir dönemde çocuğunun ihtiyaç duyduğu ebeveynlik tutum ve davranışını unutup kendince “Fahri Öğretmen” lik rolüne giren öğrenci velileri de (ne yazık ki) görülmeye başlamış durumda. Hatta, öğretmeninden, sınıf rehber öğretmeni olduğu sınıftaki öğrencilerinin her birinin anne babasını sabah saatinde (EBA derslerinin başlayacağı saatten çok önce) telefonla arayarak çocukların uyandırılmasını isteyen okul yöneticilerinin davranışları da, yüksek öğretim kademesinde bir “yetişkin” olarak değerlendirilen öğrencileri, bölüm başkanlarının ya da bölümdeki öğretim üyelerinin telefonla arayarak senkronize derse (eş zamanlı canlı derse) katılımlarının sağlanmasını isteyen fakülte veya yüksek okul müdürlerinin davranışları eğitimciler tarafından tüm ülkeye yayılacak şekilde konuşulur durumda. İşin düşündürücü yanı ise MEB Sn. Prof. Dr. Ziya Selçuk’ un, kurulan sistemle ve yapılacaklar ilgili olarak net ve olması gereken açıklamalarına, ayrıca EBA sisteminde bu açıklamaların detaylı anlatımına rağmen… Öğrenme Psikolojisi’ nde önemli bir prensip vardır: Öğrenme faaliyeti öğreten ve öğrenenle ilişkilidir ve bunun gerçekleşmesinin en temel unsuru HEM ÖĞRETMENİN ÖĞRETMEYE HAZIR BULUNUŞLUK DÜZEYİ HEM DE ÖĞRENCİNİN ÖĞRENMEYE HAZIR BULUNUŞLUK DÜZEYİDİR; bilişsel, duygusal, sosyal ve devinsel olarak… İçinde yaşadığımız ve hemen herkesin hastalanmamak ve sağlıkla olmaya odaklandığı bir dönemde kaç eğitimcinin ve/veya kaç öğrencinin bu süreç yaşanmıyormuşçasına, tüm yaşananları bir kenara bırakarak; bilişsel, duygusal ve sosyal olarak etkin ve verimli bir biçimde öğretmeye ya da öğrenmeye hazır bulunuşluluğundan bahsedilebilir?… Öğrenme kuramının önemli isimlerinden Thordike’ ın hazır bulunuşlukla ilgili olarak “Birey, etkinliği yapmaya hazır değilse ve etkinliği yapmaya zorlanırsa bu durum bireyde kızgınlığa neden olur” sözünü de unutmamak gerekir… HAZIR BULUNUŞLUK DÜZEYİNİN EN TEMEL BELİRLEYİCİSİ MOTİVASYON ve motivasyonun belirleyici gücü durumunda olan İHTİYAÇLAR’ dır. Yani organizma EN TEMEL İHTİYACI NE İSE ONUNLA İLGİLİ HAREKET GEÇER VE ONUNLA İLGİLİ MOTİVASYONEL DAVRANIŞTA BULUNUR!… Bizler istediğimiz kadar bu motivasyonu başka bir alana taşımaya çalışalım beyhudedir ve KENDİMİZİ DE BAŞKALARINI DA ALDATMAKTAN ÖTEYE GEÇMEZ VE BAŞKA BİR ANLAMA DA GELMEZ. Üstelik SAĞLIKSIZDIR!… Çünkü ÖĞRETME VE ÖĞRENME FAALİYETİ MESLEKİ BİR FAALİYETTİR ve dikkat ederseniz Maslow’ un ihtiyaçlar hiyerarşisinde SON SIRADADIR! Dolayısıyla içinde yaşadığımız sürecin tüm toplum bireyleri için travmatik olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Çünkü travmatik olay, bireylerin yaşamında önemli değişikler meydana getiren, yaşamsal bütünlüğü bozan olaylar (doğal afetler, savaş, işkence, hastalık, hastalık salgını, yakınların kaybı, trafik kazası vb. durumlar) olarak tanımlanır. Bunu da bireylerin dört şekilde yaşadığı açıklanır; Görüleceği üzere aslında hemen herkes tüm süreçlerin çoğunu yaşıyor durumda… Travmatik olaylardan etkilenme durumunda ise şu bozukluların görülmesi yüksek olasılıktır: Yani içinde yaşadığımız sürecin ardından büyük olasılıkla (bazı değişkenlere bağlı olarak) önemli bir oranda bu bozuklukları konuşuyor olacağız… Sağlık alanında, dünyadaki ve ülkemizdeki hemen hemen bütün bilim insanları ısrarla, alınan önlemlere ek olarak bağışıklık sistemi üzerinde duruyorlar. Tam da bu noktada belki de gözden kaçırılan en önemli konu şudur. Psikolojik dayanıklılığın, bağışıklık sistemi üzerinde çok önemli bir etkisi vardır. Psikolojik Dayanıklılık; bireyin sosyal kaynaklarını (aile, arkadaşlar), sosyal yeterliliğini (dışadönüklük, iletişim becerileri, kişilerarası ilişkilerde esneklik, yakın ilişki kurabilme becerisi), kişisel kaynaklarını (özgüven, umut, yaşama ilişkin gerçekçi bir yönelim) aynı anda değerlendirmeye olanak veren özellik olarak tanımlanır. Travmatik tüm olaylarda bireyin bu özelliğini kullanmasına çalışılır ve bu özelliğini güçlendirmesine önem verilir. Bu demektir ki bireyin psikolojik dayanıklılığını; aile ilişkilerini, arkadaş ilişkilerini, sosyal etkileşimlerini doyum sağlayacak ve zevk verecek şekilde (yüz yüze veya iletişim araçları yoluyla) geliştirmek, yapılabilecek en sağlıklı, en olumlu ve en akılcı tutumdur. Bunun aksine psikolojik dayanıklılığı azaltacak etkinliklere gereğinden fazla yer vermek, üstelik bu etkinlikleri doyum sağlamaz ve zevk vermez bir hale dönüştürmek en başta eğitimcilerde ve sonrasında öğrencilerde telafisi mümkün olmayacak durumlar yaşanmasına neden olabilecektir. Çünkü yüz yüze eğitimle gerçekleşemeyen etkinliklerin telafisinin mutlaka yolu vardır, zamanı vardır, şekli vardır ancak psikolojik veya fizyolojik bir bozukluğun telafisi oldukça güçtür (örneğin bir tansiyon hastalığına neden olmak, bir felce neden olmak, ağır depresif bozukluğa veya kaygı bozukluğuna neden olmak vb.) bazı durumların telafisi imkânsızlık düzeyinde güçtür hatta hiç arzu edilmeyen bir can kaybının telafisi ise mümkün değildir… Bütün bu nedenlerle, böyle bir süreçte TELAFİ EDİLEBİLECEK DURUMLARA DEĞİL EDİLEMEYECEK OLAN DURUMLARA ODAKLANMANIN GEREKLİ olduğu unutulmamalıdır. Buna ek olarak şu soruların da hatırdan çıkartılmaması gerektiği düşüncesindeyim: Bunları ne için yapıyorum? Yaşadığımız süreç tam da bu sorularla yüzleşmek için yani yaşamı önemli ve anlamlı kılmamız için bulunmaz bir fırsat değil mi?… Bu fırsatı, telafi edilebilir etkinliklerle doldurarak kaçırmayalım… Sağlıcakla kalın.