Yaşadığımız koronavisüs salgınında gereken tedbirleri almadan sokağa çıkmak, kalabalıklara karışmak patolojik bir davranış mıdır yoksa bir “öğrenme” mi?Devamını Oku
Devlet yetkililerinin, bilim insanların uyarılarına, kamu spotlarına, TV ve radyo yayınlarına rağmen bu davranışta ısrar etmek organik temelli bir zihinsel yetersizlik nedeniyle düşünme noksanlığı mı yoksa analitik düşünme, eleştirel düşünme konusunda bir eğitim alınmamış olunmasının sonucu olan bir “kavrayamama” durumu mu yoksa sorgulamaya dayalı değil de ezbere dayalı bir eğitim-öğretim sisteminin ürünü mü? Ya da problem olduğu apaçık ortada olan bir durumu problem olarak yeterince algılayamamanın gerisinde, bilimsel bilgi yerine başka bilgi türlerine ağırlık veren bir yaşam biçiminin, bireylerdin bilişsel şemalarını oluşturmuş olması mı?..
Bu bilişsel şemalara dayalı olarak, sokaktaki banklarda oturan, belli bir yaşın üzerinde, “çekirdek aile” modeline geçişle yalnızlaşmış, belki evde tek başına kalmış, dünyada var olduğunu ancak bu tür sosyal etkileşimler yoluyla duyumsayan ya da evli olup, toplumsal yapı çerçevesinde toplumsal cinsiyet rollerinin belirlendiği bir kültürde yetiştiği için evde eşiyle olan birlikteliğini doyum sağlayan paylaşımlar yoluyla giderebileceğini öğrenememiş ve dolayısıyla kendi cinsiyetiyle sosyal etkileşimlerde bulunmanın daha kabul gören, geçerli ve sağlıklı bir davranış olduğunu normlara dayalı olarak öğrenmiş bireylerin davranışı mı patolojik olarak değerlendirilmeli yoksa bunları düşünmeden, analiz etmeden, yorumlamadan; evlerine gitsinler, sokakta bulunup virüs bulaştırmasınlar diye, onların üzerine balkondan su boşaltan, bu kişilere hakarete varan söylemlerde bulunan ve bunları sosyal medya ortamında paylaşan bireylerin davranışı mı patolojik olarak değerlendirilmeli?…
Sağlıksız olarak değerlendirilen sokağa çıkma davranışında ısrar edenlerde varsayalım ki gerçekten organik temelli bir zihinsel problem var. Bu durumda; onlar bu davranışlarından sorumlu tutulamazlar ve suçlanamazlar. Yok eğer böyle bir eksiklik yok ise ve bu kişilerin tamamı da “Kişilik Bozuklukları” tanısı kapsamındaki bozukluklara sahip değillerse, bu durumda da onların bu davranışı ancak ve ancak “öğrenme” ile açıklanabilir. Dolayısıyla BİREYLERİN DAVRANIŞININ DEĞİL ÖĞRENMELERİNİN PATOLOJİK OLUP OLMADIĞININ SORGULANMASI sağlıklı, geçerli ve gerçekçi bir düşünme eylemi olacaktır.
Davranışlarını eleştirdiğimiz bu bireyler acaba NEYİ, NASIL öğrenmiş oluyorlar?…
Bu konudaki olasılıklar şu şekilde sıralanabilir:
- “Hoca yellenirse-cemaat dışkı çıkarır” deyişindeki ilişkiyi, gözlemleyerek öğrenmiş olabilirler.
- İlan edilen Kanun veya kuralların, ilan edildiğini ancak uygulanmadığını hem yaşayarak hem gözlemleyerek öğrenmiş olabilirler.
- Kanun ya da kuralların kısa süreli uygulandığını sonra gevşetildiğini ya da uygulanmadığını yine gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- İşverenlerin, iş görenlerin veya tüm vatandaşların temel yükümlülüğü olan çeşitli isimler altındaki vergilerle ilgili ödemelerin, en üst devlet ve/veya hükümet yetkililerince “bir daha erteleme olmayacak, bu son tarih” denmesine rağmen defalarca tarih değişikliğinin yapıldığını yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Devlete ödenmesi gereken cezaların (trafik, ödeme gecikmesine dayalı cezalar, mahkemelerce karar verilmiş cezalar vb.) belli aralıklarla affa uğradığını yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Kadına yönelik cinayetlerde, çocuklara yönelik istismarlarda, sanığa verilmesi beklenen cezalarda; iyi hal indirimi(!?), geçmişte benzer suçunun olmaması, bazı adli raporlardaki ifadeler (!?) vb. gerekçelerde ciddi anlamda indirime gidildiğini, bazen sanığın ilk mahkemede salıverildiğini, bazen adliyeye gitmeden karakolda “Hadi sarılın, öpüşün ve barışın” gibi uygulamalarla çözüme (?) ulaştırıldığını yine gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Daha bebeklik döneminde “Aman düşmesin” diye kendi başına yürüme davranışında bulunmasının engellendiğini, “Üstüne başına dökmesin” diye kendi başına yemek yeme davranışının elinden alındığını öğrenmiş olabilirler.
- “Bir daha mı çocuk olacak, boş ver, boş ver yapsın, boş ver kırsın, boş ver döksün, boş ver yesin” anlayışıyla kendisinin dünyanın merkezinde olduğunu öğrenmiş olabilirler.
- “Biraz daha uyusun, servis yerine ben okula götürürüm” anlayışıyla okul çağı kendine ait sorumluluğu kazanmasına gerek olmadığını, okul ders saatlerinin başlamasından okul bitişine kadar, okulun hemen yakınındaki kafede/restoranda annesinin (veya anneannesinin, babaannesinin, teyzesinin, halasının vs.), rahatlıkla kendi başına yapabileceği aslında kendi sorumluluğu olan herhangi bir işi için tüm “büyüklerin” her an “göreve hazır” beklediğini öğrenmiş olabilirler. Tabi bununla birlikte “başarma” ve “özgüven” duygusunu kaybetmeyi de öğrenmiş olabilirler.
- Yürürken ya da koşarken başını çarptığı masa kenarının ya da kapının, ebeveynleri tarafından “Bir daha benim çocuğuma zarar verme!” diye tokatlandığını ya da tekmelendiğini görerek, “Demek ki benim başıma gelenler benim hatam ya da suçum değilmiş, benim dışımdaki dünyada bulunan varlıklara aitmiş” düşüncesini ve bu doğrultuda bilişsel şema oluşturmayı (düşünme biçimin) öğrenmiş olabilirler.
- “Öğrenci Merkezli Eğitim” adıyla başlatılan uygulamanın, “Öğrenci endeksli eğitim-öğretim”e dönüştürüldüğünü, hatta “Koşulsuz öğrenci memnuniyeti” anlayışının oluşturulduğunu öğrenci konumunda iken öğrenmiş olabilir.
- “Anne babalar da eğitim-öğretime katkıda bulunsun” iyi niyetinin (ancak sağlıklı, gerçekçi ve geçerli olmayan düşüncenin), anne babaların büyük çoğunluğunun “veli” olduklarını hatırdan çıkartarak eğitim-öğretimin neredeyse tüm aşamalarına müdahale hakkını kendilerinde gördükleri şekle dönüştüğünü ve çoğu okul yönetimlerinin de eğitim-öğretimle “şirket” anlayışını birbirine karıştırarak “koşulsuz müşteri memnuniyeti” prensibini (ki bu prensip de hatalıdır) “Koşulsuz öğrenci ve veli memnuniyeti” ne dönüştürdüklerini hem öğrenci hem veli konumundayken öğrenmiş olabilir.
- Eğitim-öğretimin hangi kademesinde olursa olsun sınava giremediğinde, mazereti gerçek olsun ya da olmasın kendisine bir sınav hakkı tanındığını, ara sınavlar, ödevler, sunumlar, sözlü, yarıyıl ya da yıl sonu sınavlarının sonucunda geçememişse bir bütünleme sınavı hakkı tanındığını, ondan da geçememişse mazeret sınavı hakkı, ondan da geçememişse ve durumu elveriyorsa tek ders sınavı hakkı tanındığını YANİ GEÇMESİ İÇİN ADETA TÜM İMKANLARIN SUNULDUĞUNU HEMEN HERKESİN SEFERBER OLDUĞUNU öğrenmiş olabilir.
- Hatta bütün bunlara rağmen kalması kesinleştiğinde bile hiçbir hiyerarşi tanımadan okulun en üst yöneticisine (hele hele okul özel veya vakıf okulu ise) ulaşabildiğini, üst yöneticinin ise hiyerarşiyi sorgulamadan kendisine “kolaylıklar” sağlayabilmek için “gerekenin” yapacağı sözünün verildiğini öğrenmiş olabilir.
- Mezuniyet sonrasında da liyakata dayalı değil “tanıdığa” dayalı işe yerleştirilmelerin geçerli olduğunu öğrenmiş olabilir.
- Mesleki yaşama geçince de performans değerleme ve değerlendirmelerinin, görev, yetki, sorumluluklar ve ilkeler çerçevesinde yapılanlara göre değil “ilişkilere” göre ve çoğu üst yöneticinin beklediği “UYGULU ÇOCUK” ego durumuna göre yapıldığını öğrenmiş olabilirler.
- En temel anayasal hakkını savunması durumunda kaldığında ise yolunun çok uzun ve çetin olduğunu, hedefe ulaşsa bile ulaşana kadar daha başka birçok şeyi kaybedebileceğini GÖZLEMLEYEREK VE YAŞAYARAK öğrenmiş olabilirler.
- Geçerliliğin gerçeklikten daha önde ve önemli olduğunu (hangi yolla gelinmiş olunursa olunsun, bulunulan konumun, sahip olunan ekonomik gücün, bilimsel bilgiye değil, magazinsel bilgilerle veya absürd davranışlarla medyatik konumda olmanın, evrensel değerlere dayalı yaşam anlayışı ve yaşam biçiminden, bilimsel bilgiye dayalı düşünce ortaya koymaktan daha önemli olduğunu) gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Düşüncesine, tecrübesine ve bilgisine güvendiği kişilerin “Kulağının üstüne yat”, “Donkişotluk yapmanın gereği yok”, “Üzümünü ye bağını sorma”, “Köprüden geçene kadar ayıya dayı diyeceksin”, “Salla başı al maaşı” deyiş ve atasözlerine dayalı öğütlerini dikkate almayı gözlemleyerek ya da bu kişileri model alarak öğrenmiş olabilirler.
- Bu kültürün içine doğmuş, kültürün içinde yetişmiş, kültürel özellikler çerçevesinde bir konum edinmiş bireyler “bir şeyleri kurcalamaya başlarsa konumunu kaybedebileceğini”, gerçeklikle geçerliliğin ayırımını AKIL YOLUYLA öğrenmiş olabilirler; tıpkı “Tanrım! bana; değiştirebileceklerimle ilgili güç ver, değiştiremeyeceklerimle ilgili sabır ve bu ikisini ayırt edecek akıl ver” Kızılderili atasözünde olduğu gibi…
- Bir olası öğrenme de siz yazın…..
Sonra da psikopatolojik davranış etiketinin hangi davranışa ya da davranışlara daha uygun olduğunu düşünün…
Sağlıcakla kalın.