Terörün Toplum Psikolojisine Etkileri
Coranavirüs ve Psikopatoloji
Yaşadığımız koronavisüs salgınında gereken tedbirleri almadan sokağa çıkmak, kalabalıklara karışmak patolojik bir davranış mıdır yoksa bir “öğrenme” mi?Devamını Oku
Devlet yetkililerinin, bilim insanların uyarılarına, kamu spotlarına, TV ve radyo yayınlarına rağmen bu davranışta ısrar etmek organik temelli bir zihinsel yetersizlik nedeniyle düşünme noksanlığı mı yoksa analitik düşünme, eleştirel düşünme konusunda bir eğitim alınmamış olunmasının sonucu olan bir “kavrayamama” durumu mu yoksa sorgulamaya dayalı değil de ezbere dayalı bir eğitim-öğretim sisteminin ürünü mü? Ya da problem olduğu apaçık ortada olan bir durumu problem olarak yeterince algılayamamanın gerisinde, bilimsel bilgi yerine başka bilgi türlerine ağırlık veren bir yaşam biçiminin, bireylerdin bilişsel şemalarını oluşturmuş olması mı?..
Bu bilişsel şemalara dayalı olarak, sokaktaki banklarda oturan, belli bir yaşın üzerinde, “çekirdek aile” modeline geçişle yalnızlaşmış, belki evde tek başına kalmış, dünyada var olduğunu ancak bu tür sosyal etkileşimler yoluyla duyumsayan ya da evli olup, toplumsal yapı çerçevesinde toplumsal cinsiyet rollerinin belirlendiği bir kültürde yetiştiği için evde eşiyle olan birlikteliğini doyum sağlayan paylaşımlar yoluyla giderebileceğini öğrenememiş ve dolayısıyla kendi cinsiyetiyle sosyal etkileşimlerde bulunmanın daha kabul gören, geçerli ve sağlıklı bir davranış olduğunu normlara dayalı olarak öğrenmiş bireylerin davranışı mı patolojik olarak değerlendirilmeli yoksa bunları düşünmeden, analiz etmeden, yorumlamadan; evlerine gitsinler, sokakta bulunup virüs bulaştırmasınlar diye, onların üzerine balkondan su boşaltan, bu kişilere hakarete varan söylemlerde bulunan ve bunları sosyal medya ortamında paylaşan bireylerin davranışı mı patolojik olarak değerlendirilmeli?…
Sağlıksız olarak değerlendirilen sokağa çıkma davranışında ısrar edenlerde varsayalım ki gerçekten organik temelli bir zihinsel problem var. Bu durumda; onlar bu davranışlarından sorumlu tutulamazlar ve suçlanamazlar. Yok eğer böyle bir eksiklik yok ise ve bu kişilerin tamamı da “Kişilik Bozuklukları” tanısı kapsamındaki bozukluklara sahip değillerse, bu durumda da onların bu davranışı ancak ve ancak “öğrenme” ile açıklanabilir. Dolayısıyla BİREYLERİN DAVRANIŞININ DEĞİL ÖĞRENMELERİNİN PATOLOJİK OLUP OLMADIĞININ SORGULANMASI sağlıklı, geçerli ve gerçekçi bir düşünme eylemi olacaktır.
Davranışlarını eleştirdiğimiz bu bireyler acaba NEYİ, NASIL öğrenmiş oluyorlar?…
Bu konudaki olasılıklar şu şekilde sıralanabilir:
- “Hoca yellenirse-cemaat dışkı çıkarır” deyişindeki ilişkiyi, gözlemleyerek öğrenmiş olabilirler.
- İlan edilen Kanun veya kuralların, ilan edildiğini ancak uygulanmadığını hem yaşayarak hem gözlemleyerek öğrenmiş olabilirler.
- Kanun ya da kuralların kısa süreli uygulandığını sonra gevşetildiğini ya da uygulanmadığını yine gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- İşverenlerin, iş görenlerin veya tüm vatandaşların temel yükümlülüğü olan çeşitli isimler altındaki vergilerle ilgili ödemelerin, en üst devlet ve/veya hükümet yetkililerince “bir daha erteleme olmayacak, bu son tarih” denmesine rağmen defalarca tarih değişikliğinin yapıldığını yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Devlete ödenmesi gereken cezaların (trafik, ödeme gecikmesine dayalı cezalar, mahkemelerce karar verilmiş cezalar vb.) belli aralıklarla affa uğradığını yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Kadına yönelik cinayetlerde, çocuklara yönelik istismarlarda, sanığa verilmesi beklenen cezalarda; iyi hal indirimi(!?), geçmişte benzer suçunun olmaması, bazı adli raporlardaki ifadeler (!?) vb. gerekçelerde ciddi anlamda indirime gidildiğini, bazen sanığın ilk mahkemede salıverildiğini, bazen adliyeye gitmeden karakolda “Hadi sarılın, öpüşün ve barışın” gibi uygulamalarla çözüme (?) ulaştırıldığını yine gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Daha bebeklik döneminde “Aman düşmesin” diye kendi başına yürüme davranışında bulunmasının engellendiğini, “Üstüne başına dökmesin” diye kendi başına yemek yeme davranışının elinden alındığını öğrenmiş olabilirler.
- “Bir daha mı çocuk olacak, boş ver, boş ver yapsın, boş ver kırsın, boş ver döksün, boş ver yesin” anlayışıyla kendisinin dünyanın merkezinde olduğunu öğrenmiş olabilirler.
- “Biraz daha uyusun, servis yerine ben okula götürürüm” anlayışıyla okul çağı kendine ait sorumluluğu kazanmasına gerek olmadığını, okul ders saatlerinin başlamasından okul bitişine kadar, okulun hemen yakınındaki kafede/restoranda annesinin (veya anneannesinin, babaannesinin, teyzesinin, halasının vs.), rahatlıkla kendi başına yapabileceği aslında kendi sorumluluğu olan herhangi bir işi için tüm “büyüklerin” her an “göreve hazır” beklediğini öğrenmiş olabilirler. Tabi bununla birlikte “başarma” ve “özgüven” duygusunu kaybetmeyi de öğrenmiş olabilirler.
- Yürürken ya da koşarken başını çarptığı masa kenarının ya da kapının, ebeveynleri tarafından “Bir daha benim çocuğuma zarar verme!” diye tokatlandığını ya da tekmelendiğini görerek, “Demek ki benim başıma gelenler benim hatam ya da suçum değilmiş, benim dışımdaki dünyada bulunan varlıklara aitmiş” düşüncesini ve bu doğrultuda bilişsel şema oluşturmayı (düşünme biçimin) öğrenmiş olabilirler.
- “Öğrenci Merkezli Eğitim” adıyla başlatılan uygulamanın, “Öğrenci endeksli eğitim-öğretim”e dönüştürüldüğünü, hatta “Koşulsuz öğrenci memnuniyeti” anlayışının oluşturulduğunu öğrenci konumunda iken öğrenmiş olabilir.
- “Anne babalar da eğitim-öğretime katkıda bulunsun” iyi niyetinin (ancak sağlıklı, gerçekçi ve geçerli olmayan düşüncenin), anne babaların büyük çoğunluğunun “veli” olduklarını hatırdan çıkartarak eğitim-öğretimin neredeyse tüm aşamalarına müdahale hakkını kendilerinde gördükleri şekle dönüştüğünü ve çoğu okul yönetimlerinin de eğitim-öğretimle “şirket” anlayışını birbirine karıştırarak “koşulsuz müşteri memnuniyeti” prensibini (ki bu prensip de hatalıdır) “Koşulsuz öğrenci ve veli memnuniyeti” ne dönüştürdüklerini hem öğrenci hem veli konumundayken öğrenmiş olabilir.
- Eğitim-öğretimin hangi kademesinde olursa olsun sınava giremediğinde, mazereti gerçek olsun ya da olmasın kendisine bir sınav hakkı tanındığını, ara sınavlar, ödevler, sunumlar, sözlü, yarıyıl ya da yıl sonu sınavlarının sonucunda geçememişse bir bütünleme sınavı hakkı tanındığını, ondan da geçememişse mazeret sınavı hakkı, ondan da geçememişse ve durumu elveriyorsa tek ders sınavı hakkı tanındığını YANİ GEÇMESİ İÇİN ADETA TÜM İMKANLARIN SUNULDUĞUNU HEMEN HERKESİN SEFERBER OLDUĞUNU öğrenmiş olabilir.
- Hatta bütün bunlara rağmen kalması kesinleştiğinde bile hiçbir hiyerarşi tanımadan okulun en üst yöneticisine (hele hele okul özel veya vakıf okulu ise) ulaşabildiğini, üst yöneticinin ise hiyerarşiyi sorgulamadan kendisine “kolaylıklar” sağlayabilmek için “gerekenin” yapacağı sözünün verildiğini öğrenmiş olabilir.
- Mezuniyet sonrasında da liyakata dayalı değil “tanıdığa” dayalı işe yerleştirilmelerin geçerli olduğunu öğrenmiş olabilir.
- Mesleki yaşama geçince de performans değerleme ve değerlendirmelerinin, görev, yetki, sorumluluklar ve ilkeler çerçevesinde yapılanlara göre değil “ilişkilere” göre ve çoğu üst yöneticinin beklediği “UYGULU ÇOCUK” ego durumuna göre yapıldığını öğrenmiş olabilirler.
- En temel anayasal hakkını savunması durumunda kaldığında ise yolunun çok uzun ve çetin olduğunu, hedefe ulaşsa bile ulaşana kadar daha başka birçok şeyi kaybedebileceğini GÖZLEMLEYEREK VE YAŞAYARAK öğrenmiş olabilirler.
- Geçerliliğin gerçeklikten daha önde ve önemli olduğunu (hangi yolla gelinmiş olunursa olunsun, bulunulan konumun, sahip olunan ekonomik gücün, bilimsel bilgiye değil, magazinsel bilgilerle veya absürd davranışlarla medyatik konumda olmanın, evrensel değerlere dayalı yaşam anlayışı ve yaşam biçiminden, bilimsel bilgiye dayalı düşünce ortaya koymaktan daha önemli olduğunu) gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenmiş olabilirler.
- Düşüncesine, tecrübesine ve bilgisine güvendiği kişilerin “Kulağının üstüne yat”, “Donkişotluk yapmanın gereği yok”, “Üzümünü ye bağını sorma”, “Köprüden geçene kadar ayıya dayı diyeceksin”, “Salla başı al maaşı” deyiş ve atasözlerine dayalı öğütlerini dikkate almayı gözlemleyerek ya da bu kişileri model alarak öğrenmiş olabilirler.
- Bu kültürün içine doğmuş, kültürün içinde yetişmiş, kültürel özellikler çerçevesinde bir konum edinmiş bireyler “bir şeyleri kurcalamaya başlarsa konumunu kaybedebileceğini”, gerçeklikle geçerliliğin ayırımını AKIL YOLUYLA öğrenmiş olabilirler; tıpkı “Tanrım! bana; değiştirebileceklerimle ilgili güç ver, değiştiremeyeceklerimle ilgili sabır ve bu ikisini ayırt edecek akıl ver” Kızılderili atasözünde olduğu gibi…
- Bir olası öğrenme de siz yazın…..
Sonra da psikopatolojik davranış etiketinin hangi davranışa ya da davranışlara daha uygun olduğunu düşünün…
Sağlıcakla kalın.
Telafi Edilemeze Odaklanmak
Akaryakıt istasyonlarında, yakıt pompasının aracımıza yakıt aktarıp aktarmadığını nasıl anlarız? Pompanın bağlı olduğu makinedeki numaratör bölümünde bulunan numaralar; ÖNCELİKLE KURUŞLAR BASAMAĞI dönüyorsa…,Devamını Oku
Kuruşlar basamağı dönmeden ve döngüsünü tamamlamadan bir sonraki basamağın (yani “birler” basamağı olan liralar hanesinin) harekete geçmesi mümkün değildir. İkinci basamak da döngüsünü tamamlamadan üçüncü basamağın (yani “onlar” basamağının), üçüncü basamak da döngüsünü tamamlamadan dördüncü basamağın (yani “yüzler” basamağının) harekete geçmesi olası değildir. Dolayısıyla durumumuza, konumumuza ya da “beklentilerimize” bağlı olarak hangi basamakta olmayı arzu edersek edelim ya da hangi basamağı hedeflesek hedefleyelim, UNUTMAYALIM Kİ “BİRİNCİ BASAMAĞA” HEP BAĞLIYIZDIR!… Arzularımız ya da beklentilerimiz doğrultusunda bizler hedeflerimize ulaşmaya motive oluruz. Motiv, en temel anlamda “organizmayı harekete geçiren kuvvet” olarak tanımlanır. Bu bağlamda motivler ikiye ayrılır, birincisi fizyolojik motivlerdir (ki bunlara dürtü adı verilir) ve fizyolojik motivler fizyolojik ihtiyaçlarımızla (açlık, susuzluk, cinsellik, nefes almak gibi ihtiyaçlarımızla) ilgilidir. İkincisi ise sosyal motivlerdir ki bu da içinde yaşadığımız kültürün normlarıyla ve/veya evrensel normlarla (sevme ve sevilme, sevilenlerle ve yakınlarla huzurlu bir yaşam sürme, takdir edilme, saygı görme, dürüstlük, medeni cesaret, adalet, utanma, şehit olma vb. normlarla) ilgilidir. Bireylerin “Yaşamın özü nedir?” ya da “Hayatın anlamı nedir?” sorusuna verdikleri yanıtların ise en temelde ve ağırlıklı olarak “Sevdiklerimle sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmek” şeklinde olduğu görülür. “Her şeyin başı sağlık” sözü de bu bağlamda boşuna değildir. Yani aslında, bireyler yaşamın koşturmacası içinde veya bazen hırslarının akıllarının önüne geçtiğinin farkında olmadıkları zamanlarda unutmuş olsalar da evrensel olan bir gerçek vardır ki o da şudur: EN TEMEL VE İLK BASAMAKTA OLAN FİZYOLOJİK VE PSİKOLOJİK İHTİYAÇLAR TATMİN EDİLMEDEN DİĞER İHTİYAÇLARA SAĞLIKLI BİR BİÇİMDE GEÇİLEMEZ; GEÇİLDİĞİ ZANNEDİLSE DE BU BÜYÜK BİR YANILGIDIR… Bireylerin yaşamında yaşam anlayışına göre bu iki motiv karşı karşıya geldiğinde biri diğerine galip gelir. Örneğin birey dilenmektense açlıktan ölmeyi tercih edebilir veya evladı uğruna, vatan uğruna canından bile vazgeçebilir (yani sosyal motiv fizyolojik motive üstün gelebilir). Ya da sağlığı, mutluluğu veya onuru uğruna tüm servetinden de makamlardan da vazgeçebilir. Socrates’ in Atina kralına (Academia’dan atılmasına, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç olmasına rağmen, Atina kralının “gençlerin kafasını karıştırmaktan vazgeç seni vezirim yapayım” demesine rağmen) “Benim kendimi lâyık gördüğüm makamın yanında sizin vezirliğinizin ne önemi var ki?” demesi örneğinde olduğu gibi… İnsan evladının temel ihtiyaçları konusunda birçok bilim dalı içinde yer alan ve gerek bu bilim dallarında öğrenim görmüş gerekse kendi özel ilgileri nedeniyle bireylerin bildikleri önemli bir kuram vardır: Psikoloji bilimi içinde hem Hümanizm ekolünün hem de Sosyal Öğrenme Kuramlarının içinde yer alan “MASLOW’ UN İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ” kuramı. Bu kurama göre insanların temel ihtiyaçları vardır. Bunlar önem sırasına göre sıralanırlar ve biri giderilmeden diğerini geçilmesi pek mümkün değildir. Geçiliyor gibi görünse de birey sonraki aşamada yine önceki aşamada giderilmemiş olan ihtiyaçlarının “tahsilatı” ile uğraşır. Bu ihtiyaçlar şunlardır (önem sırasına göre): Maslow’ a göre: “KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİREY OLABİLMEK İÇİN HİYERARŞİK OLARAK DİZİLMİŞ BU İHTİYAÇLAR İÇİNDE ÖNCELİKLE EN ALTTA BULUNAN FİZYOLOJİK İHTİYAÇLARIN (birinci basamaktaki ihtiyacın) KARŞILANMIŞ OLMASI GEREKİR. HER BİR İHTİYAÇ TATMİN EDİLDİĞİNDE, HİYERARŞİDE KENDİNDEN BİR YUKARIDA BULUNAN DİĞER İHTİYACI ZATEN HAREKETE GEÇİRİR”. Klinik Psikolojide çok önemli olan GERÇEKLİK TERAPİSİ KURAMI’ na göre de (kuramın babası William Glasser’ dır); İNSANIN EVRENSEL ve GENETİK olan BEŞ TEMEL PSİKOLOJİK İHTİYACI VARDIR; bunlar şöyle sıralanır. Glasser’ a göre davranışlarımızı bu temel ihtiyaç ve istekleri gerçekleştirmek üzere seçeriz. Mental Bozukluklar da duygusal bozukluklar da bireylerin bu ihtiyaçlarından birini ya da daha çoğunu karşılamama ya da karşılayamaması durumlarında ortaya çıkar. İlk ihtiyaç (Hayatta Kalma İhtiyacı) Maslow’ un açıklamalarıyla büyük bir oranda örtüştüğü için burada yazmaya gerek duymuyorum. Ancak ikinci ihtiyaç olan Ait Olma İhtiyacı konusunda şu iki özellik Glasser tarafından vurgulanır: Diğerleri ise şöyle açıklanır: Glasser’ a göre, insanlar elindekilerden fazlasını elde etmekten haz duyarlar. İlişkilerde ilk önce ait olma, sonra güçlü olma isteği belirir. Bu da ilişkiyi kontrole dönüşür. Eğer ki güçlü olma ihtiyacı dış dünyayı kontrol etmeye yöneliyorsa ya da kontrol ediyorsa bu durum, kişiye zarar verir. Fakat bazen, güçlü olma ihtiyacı ile özgür olma ihtiyacı birbiriyle çelişir. Bunun nedeni gücün özgürlüğü sınırlandırmasıdır. Örneğin, iyi bir meslek için veya mesleki alanda başkaları tarafından “ONANMAK İÇİN” birçok şeyden vazgeçebilir insanlar… Ya da başkasının bizim üzerimizdeki gücü, bizim özgürlüğümüze tehdit olabilir. Glasser’a göre, insanlar, etkili olmayan kararları özgürlük, ait olma ve güçlü olma ihtiyaçlarını yok etme pahasına verirler. Coronavirüs nedeniyle tüm dünyayla birlikte bizim de yaşadığımız psikolojik atmosferde, özellikle sağlık ve eğitim-öğretim alanında deyim yerindeyse üst yöneticilerin sözlü ya da yazılı açıklamalarının alandaki çoğu uygulayıcılar (doğrudan veya dolaylı uygulayıcılar) tarafından hatalı anlamalara, farklı yorumlamalara ve (belki de en önemlisi) yazının başlarında belirttiğim İHTİYAÇLARA (!?) bağlı olarak “ipin ucunun” kaçırıldığı uygulamalara dönüştürüldüğü ve dönüştüğü kanaatindeyim. Burada hem eğitimci kimliğim hem klinik psikolog kimliğimle özellikle eğitim-öğretim alanında yaşananlara, ilintili olarak da psikolojik sağlık konusuna yer vermeyi gerekli görüyorum. Gerek YÖK Başkanımız Sn. Yekta SARAÇ tarafından gerekse Milli Eğitim Bakanımız Sn. Prof. Dr. Ziya SELÇUK tarafından, yaşanan olağanüstü ortamda, devletin işleyişinde devamlılık esastır prensibinden hareketle, öğrencilerin kendilerini ihmal edilmiş olarak görmemeleri, öğrenimleriyle ilgili bağlarını koparmamaları amacıyla eğitimcilerin de bu süreçte zaten gerekenleri yapacaklarına olan inançlarıyla eğitim-öğretim faaliyetlerinin online olarak yürütülmesi uygun bulunmuş, karar verilmiş, planlanmış ve eldeki imkanlar ölçüsünde uygulamaya konulmuştur. Bu oldukça yerinde, olumlu, sağlıklı ve gerekli bir uygulamadır. Ancak… Gerek YÖK’e bağlı resmi ve vakıf üniversitelerinin çoğunda, gerekse MEB’ e bağlı resmi ve özel okulların çoğunda ve neredeyse tüm kademelerinde sanki birbirleriyle yarışırcasına, işin özünün ve iyi niyetin kaybedildiği, kimin hangi teknik ve yöntemlerle güya “farklılık” yaratacağı düşünülen (?) etkinliklerle ön plana geçmenin önemli hale geldiği bir sürece girilmiş görülüyor. Yani adeta niteliğin yerine niceliğin geçmeye başladığı bir süreç yaşanmaya başladı. Çünkü bazı okul yöneticilerinin, öğretim kadrolarını dahil ettikleri whatsapp gruplarındaki iletiler mobbing boyutunu aşmış durumda… Denk okullar arasındaki, sisteme girilme sayıları, sistemdeki doküman sayıları, sistemdeki öğrenci ve öğretmen sayıları, tamamlanan ödevler, sorular, çalışmalar vs. değişkenlerine göre grafiklerini öğretmenleriyle paylaşan, grafiklerinin ilçe milli eğitim ve il milli eğitim müdürleri tarafından her an görüldüğü ve değerlendirildiğini, diğer okullara göre ya geride oldukları için ya da diğer okullarının önüne geçmeleri gerektiği (!?) için neredeyse öğretmeninden her saat online eğitimle ilgili bir şeyler isteyen bunu isterken de oldukça incitici ve emrivaki ifadeler kullanan bazı okul yöneticilerinin sayısı artmaya başlamış durumda. Bununla yetinmeyip okul velilerini arayan, velilerden de öğretmeni aramasını isteyen bazı okul yöneticileri de bu gidişata eklemlenmeye başlamış durumda. Bunun sonucu olarak; öğretmenleri adeta “taciz” edercesine arayan, eğitimcilikle hiçbir mesleki formasyonları olmadığı halde eğitimle ilgili “bilirkişi” olmaya soyunan ve ne acıdır ki asıl böyle bir dönemde çocuğunun ihtiyaç duyduğu ebeveynlik tutum ve davranışını unutup kendince “Fahri Öğretmen” lik rolüne giren öğrenci velileri de (ne yazık ki) görülmeye başlamış durumda. Hatta, öğretmeninden, sınıf rehber öğretmeni olduğu sınıftaki öğrencilerinin her birinin anne babasını sabah saatinde (EBA derslerinin başlayacağı saatten çok önce) telefonla arayarak çocukların uyandırılmasını isteyen okul yöneticilerinin davranışları da, yüksek öğretim kademesinde bir “yetişkin” olarak değerlendirilen öğrencileri, bölüm başkanlarının ya da bölümdeki öğretim üyelerinin telefonla arayarak senkronize derse (eş zamanlı canlı derse) katılımlarının sağlanmasını isteyen fakülte veya yüksek okul müdürlerinin davranışları eğitimciler tarafından tüm ülkeye yayılacak şekilde konuşulur durumda. İşin düşündürücü yanı ise MEB Sn. Prof. Dr. Ziya Selçuk’ un, kurulan sistemle ve yapılacaklar ilgili olarak net ve olması gereken açıklamalarına, ayrıca EBA sisteminde bu açıklamaların detaylı anlatımına rağmen… Öğrenme Psikolojisi’ nde önemli bir prensip vardır: Öğrenme faaliyeti öğreten ve öğrenenle ilişkilidir ve bunun gerçekleşmesinin en temel unsuru HEM ÖĞRETMENİN ÖĞRETMEYE HAZIR BULUNUŞLUK DÜZEYİ HEM DE ÖĞRENCİNİN ÖĞRENMEYE HAZIR BULUNUŞLUK DÜZEYİDİR; bilişsel, duygusal, sosyal ve devinsel olarak… İçinde yaşadığımız ve hemen herkesin hastalanmamak ve sağlıkla olmaya odaklandığı bir dönemde kaç eğitimcinin ve/veya kaç öğrencinin bu süreç yaşanmıyormuşçasına, tüm yaşananları bir kenara bırakarak; bilişsel, duygusal ve sosyal olarak etkin ve verimli bir biçimde öğretmeye ya da öğrenmeye hazır bulunuşluluğundan bahsedilebilir?… Öğrenme kuramının önemli isimlerinden Thordike’ ın hazır bulunuşlukla ilgili olarak “Birey, etkinliği yapmaya hazır değilse ve etkinliği yapmaya zorlanırsa bu durum bireyde kızgınlığa neden olur” sözünü de unutmamak gerekir… HAZIR BULUNUŞLUK DÜZEYİNİN EN TEMEL BELİRLEYİCİSİ MOTİVASYON ve motivasyonun belirleyici gücü durumunda olan İHTİYAÇLAR’ dır. Yani organizma EN TEMEL İHTİYACI NE İSE ONUNLA İLGİLİ HAREKET GEÇER VE ONUNLA İLGİLİ MOTİVASYONEL DAVRANIŞTA BULUNUR!… Bizler istediğimiz kadar bu motivasyonu başka bir alana taşımaya çalışalım beyhudedir ve KENDİMİZİ DE BAŞKALARINI DA ALDATMAKTAN ÖTEYE GEÇMEZ VE BAŞKA BİR ANLAMA DA GELMEZ. Üstelik SAĞLIKSIZDIR!… Çünkü ÖĞRETME VE ÖĞRENME FAALİYETİ MESLEKİ BİR FAALİYETTİR ve dikkat ederseniz Maslow’ un ihtiyaçlar hiyerarşisinde SON SIRADADIR! Dolayısıyla içinde yaşadığımız sürecin tüm toplum bireyleri için travmatik olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Çünkü travmatik olay, bireylerin yaşamında önemli değişikler meydana getiren, yaşamsal bütünlüğü bozan olaylar (doğal afetler, savaş, işkence, hastalık, hastalık salgını, yakınların kaybı, trafik kazası vb. durumlar) olarak tanımlanır. Bunu da bireylerin dört şekilde yaşadığı açıklanır; Görüleceği üzere aslında hemen herkes tüm süreçlerin çoğunu yaşıyor durumda… Travmatik olaylardan etkilenme durumunda ise şu bozukluların görülmesi yüksek olasılıktır: Yani içinde yaşadığımız sürecin ardından büyük olasılıkla (bazı değişkenlere bağlı olarak) önemli bir oranda bu bozuklukları konuşuyor olacağız… Sağlık alanında, dünyadaki ve ülkemizdeki hemen hemen bütün bilim insanları ısrarla, alınan önlemlere ek olarak bağışıklık sistemi üzerinde duruyorlar. Tam da bu noktada belki de gözden kaçırılan en önemli konu şudur. Psikolojik dayanıklılığın, bağışıklık sistemi üzerinde çok önemli bir etkisi vardır. Psikolojik Dayanıklılık; bireyin sosyal kaynaklarını (aile, arkadaşlar), sosyal yeterliliğini (dışadönüklük, iletişim becerileri, kişilerarası ilişkilerde esneklik, yakın ilişki kurabilme becerisi), kişisel kaynaklarını (özgüven, umut, yaşama ilişkin gerçekçi bir yönelim) aynı anda değerlendirmeye olanak veren özellik olarak tanımlanır. Travmatik tüm olaylarda bireyin bu özelliğini kullanmasına çalışılır ve bu özelliğini güçlendirmesine önem verilir. Bu demektir ki bireyin psikolojik dayanıklılığını; aile ilişkilerini, arkadaş ilişkilerini, sosyal etkileşimlerini doyum sağlayacak ve zevk verecek şekilde (yüz yüze veya iletişim araçları yoluyla) geliştirmek, yapılabilecek en sağlıklı, en olumlu ve en akılcı tutumdur. Bunun aksine psikolojik dayanıklılığı azaltacak etkinliklere gereğinden fazla yer vermek, üstelik bu etkinlikleri doyum sağlamaz ve zevk vermez bir hale dönüştürmek en başta eğitimcilerde ve sonrasında öğrencilerde telafisi mümkün olmayacak durumlar yaşanmasına neden olabilecektir. Çünkü yüz yüze eğitimle gerçekleşemeyen etkinliklerin telafisinin mutlaka yolu vardır, zamanı vardır, şekli vardır ancak psikolojik veya fizyolojik bir bozukluğun telafisi oldukça güçtür (örneğin bir tansiyon hastalığına neden olmak, bir felce neden olmak, ağır depresif bozukluğa veya kaygı bozukluğuna neden olmak vb.) bazı durumların telafisi imkânsızlık düzeyinde güçtür hatta hiç arzu edilmeyen bir can kaybının telafisi ise mümkün değildir… Bütün bu nedenlerle, böyle bir süreçte TELAFİ EDİLEBİLECEK DURUMLARA DEĞİL EDİLEMEYECEK OLAN DURUMLARA ODAKLANMANIN GEREKLİ olduğu unutulmamalıdır. Buna ek olarak şu soruların da hatırdan çıkartılmaması gerektiği düşüncesindeyim: Bunları ne için yapıyorum? Yaşadığımız süreç tam da bu sorularla yüzleşmek için yani yaşamı önemli ve anlamlı kılmamız için bulunmaz bir fırsat değil mi?… Bu fırsatı, telafi edilebilir etkinliklerle doldurarak kaçırmayalım… Sağlıcakla kalın.
Okula Uyum
“CEP’ TE KAYBOLAN ÇOCUKLAR”
Ülkemizde gün geçtikçe artan bir hızda ve yaygınlıkta cep telefonu kullanımı artmakta ancak bu artış en fazla çocuk ve gençlerimizde görülmektedir. Öyle ki, ilköğretim birinci basamağında hatta anaokulu dönemindeki çocukların ellerinde cep telefonlarına rastlanabilmektedir.Devamını Oku
Çocuk ve gençler cep telefonlarını, telefonun asıl fonksiyonu olan HABERLEŞME amacından daha çok başka amaçlar için kullanmaktadırlar. Öğrencilerle yaptığım görüşmelerde öğrenciler bu amaçlarını şöyle sıralamaktadırlar:
Çocuklara, neden bir cep telefonuna sahip olmak istediklerini sorduğumda ise verilen yanıtlar oldukça düşündürücü ve kaygı vericidir. İşte genel yanıt cümleleri:
Buradan üç temel sonuç çıkarmak mümkün görünmektedir.
Bu sonuçların davranış göstergelerini ise içinde yaşadığımız süreçte, hemen her alanda, toplu taşıma araçlarında, okul bahçelerinde, parklarda, caddelerde, sokaklarda, alışveriş merkezlerinde, pastanelerde, lokantalarda vb. mekanlarda her an görmek mümkün… Davranışlar da oldukça benzerlik göstermekte:
Çevrelerindeki başka insanları yok sayan bir ses tonu ile konuşma,
Konuşmalarının içeriğini (özel olup olmadığını) dikkate almaksızın, “aleni” olarak konuşma,
Konuşma diline (örneğin kullandığı argo kelimelere) dikkat etmeksizin herkesin duyacağı bir ses tonu ile konuşma,
Uzun süreli konuşma,
Parmaklar tuşlarda, dakikalarca mesajlar yazılmakta,
Gözler küçücük ekrana dakikalarca odaklanmakta,
Kulaklar, kablonun ucundaki kulaklıklara uzun süreli mahkum durumda,
Ve jestler, mimikler ekrandaki görüntüye veya kulağa gelen seslere göre biçimlenmekte…
Bazen cep telefonu kulakta değil, görünürde de değil, ama sokakta hem yürüyen hem başkalarının duyacağı bir ses tonu ile konuşan insanlar… Biraz dikkat edilince kablonun kulakta olduğu fark ediliyor. Ancak bu görüntü, cep telefonu teknolojisi bu kadar ilerlemeden önce halk arasında “deli” liğin bir belirtisi olarak nitelendirilirdi… Acaba “bozukluk” sayılan belirtiler mi geçerliliğini kaybetmeye başladı yoksa bireylerin psikolojik sağlıkları mı?…
Geçmişteki değerlendirmeleri çağrıştıran bu durum bir başka deyişi de peşi sıra akla getiriyor; “Parayı sokakta bulmadık”. Ve insanın aklına şu soru geliyor: “Diyelim ki ebeveynler fedakarlıkta bulunup çocuklarına cep telefonu alıyorlar. Ancak cep telefonunun erken yaşlarda kullanılmasının zararlarına ilişkin sık sık yazılı ve görsel basında yüzlerce yazı, uyarı yer almasına rağmen çocuklarının cep telefonlarıyla bu kadar haşir-neşir olmasına göz yumuyorlar ise, acaba ebeveynler parayı değil de çocuklarını mı sokakta buldular?”…
Çünkü cep telefonlarıyla, bağımlılık düzeyinde içli-dışlı olan çocuk ve gençlerin, “görünüşte (yalancı) sosyallik” yaşadıkları, gerçekte ise “psikolojik yalnızlık ve asosyallik” içinde oldukları görülebilmektedir. Örneğin, beğendiği bir kıza arkadaşlık teklif etmek için kıvranan bir lise ikinci sınıfta okuyan bir öğrenci danışanıma, duygularını bana ifade ettiği sadelikte ve içtenlikte niçin ifade edemediğini sorduğumda verdiği yanıt;
“Bunu yapamam, kızarırım, terlerim ve sonuçta konuşamam. Mesaj çeksem olmaz mı? Hatta duygularımı,mesaj ile şiir gibi anlatırım” olmuştu.
Çocuklarlar ve gençler cep telefonunu bilinçsizce kullanıyor iseler (ki öyle görünüyor),
toplum geleceği ile ilgili sosyal sorumluluk taşıyan bütün anne-babalara, bütün eğitimcilere, görsel ve yazılı basına ve rol model bütün bireylere bazı görevler düştüğü kaçınılmaz görünmektedir. Bu görevleri şöyle sıralamak mümkündür:
Anne-babalar, çocuklarına, benlik saygılarını dış dünyanın sağlıksız değerlendirmelerine göre değil, bilimsel ve evrensel değerlere göre biçimlendirmeleri gerektiği bilincini kazandırmaya çaba göstermelidirler. Bunu kazandırmanın en sağlıklı yolunun da model olmaktan geçtiğini unutmamalıdırlar.
“Çocukluk ve gençlik, çocukların ve gençlerin eline bırakılamayacak kadar değerlidir” sözünü akıllarında tutarak, çocukları için en sağlıklı kararların bilimsel temellere dayalı düşünceler çerçevesinde verilebileceğini bilmelidirler. Bu bağlamda çocuk ve gençlerde sağlıklı kişiliğin temellerinin atılması ve gelişimi için zaman zaman “HAYIR” ların yer alması gerektiğini unutmamalı ve uygulamalıdırlar.
İleride “keşke” lerin veya istenmeyen yaşantıların olmaması için erken dönemlerde belli tartışmaların kaçınılmaz olduğunu, bunun çok doğal olduğunu, asıl doğal olmayanın tartışmanın olmaması olduğunu hatırdan çıkarmamalıdırlar.
Okullarda, eğitim-öğretim programlarına, teknolojinin etkin ve sağlıklı kullanımına ilişkin bilgilerin yer aldığı dersler (seçmeli veya MEB tarafından zorunlu) veya etkinlikler yerleştirilmelidir.
Okullarda, teknolojinin sağlıksız ve sağlıklı kullanımına ilişkin panolar yer alabilmeli ve bu panoları hazırlama görevi bizzat öğrencilere verilmelidir. Hatta bu pano hazırlıkları yarışmalara tabi tutulup ödüllendirilebilmelidir.
Özellikle ilköğretim ve lise eğitiminin, çocukların sosyal gelişimleri (sosyalleşmeleri) konusunda önemli bir fonksiyonu olduğuna göre ve cep telefonlarının da bu gelişmeyi olumsuz etkileyebileceği göz önünde bulundurulur ise, bu okullarda cep telefonu kullanımına kesinlikle izin verilmemelidir. Derslerde kullanımı yasak, teneffüslerde serbest denmesi de anlamlı ve fonksiyonel değildir. Bunun yerine, okullar, çocukların ebeveynleri ile haberleşme gereksinimlerine yanıt verebilecek çözümler üretme yoluna gitmelidirler. Örneğin okul bahçesine yeterli sayıda telefon kulübesi yerleştirilmesini sağlayabilirler. Özellikle özel okullar, müdür yardımcılarının odasından, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Servisi odalarından, öğrencilerin “gerekli” haberleşmelerine olanak sağlayabilirler.
Tüm insanların olmak üzere (normallik sınırları içerisinde), özellikle çocuk ve gençlerin sağlıksız davranışlarında “Evrensel Değerler” eksikliği en önemli etmendir. Bu bağlamda, eğer sağlıklı (fizyolojik ve psikolojik) ve evrensel değerlere sahip bir gelecek oluşturulması arzulanıyor ise (ki arzulanmaması zaten bir “bozukluktur”), tüm kitle iletişim araçları, eğitim-öğretim müfredatları, halk eğitimleri, kamu kurum ve kuruluşlarının halka yönelik sunduğu kurslar-eğitimler “EVRENSEL DEĞERLER” çerçevesinde şekillendirilmeli ve bilimsel bilgi temeline oturtulmalıdır.
Saygılarımla.
ÖDEV ALIŞKANLIĞI KAZANDIRMAK
ÇOCUKLARIMIZA ÖDEV ALIŞKANLIĞI KAZANDIRMAK İÇİN
NE YAPMAMALIYIZ?
Çocukların (ilkokul 1.sınıftan itibaren) derslerine ilişkin ödevleri çoğu anne-baba için büyük bir problemdir. Bu problemin büyüklüğü çocuklar için de farklı değildir aslında (!) Hatta onlar için problem,Devamını Oku
• Acaba ödev yapmaya direnç gösteren çocuklar, problem yaşamaktan zevk mi alıyorlar; yani bilmediğimiz bir “psikopatlık” mı söz konusu(!?)
• Yoksa ödev yapmama durumunda anne- baba veya öğretmen ile sürtüşme, çocuklara gizli bir “VAROLMA” kazancı mı sağlamaktadır?.. Diğer bir ifade ile çocuklar, annesini, babasını ve öğretmenlerini (konusu ve şekli ne olursa olsun) kendileriyle ilgilendirmekten ayrı bir haz mı almaktadırlar?
• Ya da çocuklarımız “öğrenilmiş yaşantılar” nedeniyle, kendisine olumsuz duygular yaşatacak durumlara “öğrenilmiş tepki”ler mi vermektedirler?
• Anne-babalar bu konularda, ilgili ve yeterli olduğu (?!) düşünülen kaynaklarca yanlış mı bilgilendiriliyorlar?
Ne yazık ki bu soruların hiçbirinin yanıtının genel olarak “HAYIR” olmadığını belirtmek isterim… Çünkü;
Çocuklarınıza ödev yapma alışkanlığını doğru bir şekilde kazandırmak istiyorsanız;
Çocuğunuza her gün için bir zorunlu ödev saati planlayın. Ödevini daha önce başka bir yerde bitirmiş olsa bile zorunlu saat boyunca ödev yapma köşesinde çalışmaya devam etmesini sağlayın.
Okuldan gelince ödevinin olup olmadığını sorun.
Ödevini yapıp yapmadığını kontrol edin.
Ödevleri konusunda öğretmeni ile sürekli olarak haberleşin.
Okuldan gelince ilk önce ödevlerini yapmasını, bunun onu rahatlatacağını anlatın.
Hafta sonu ödevlerinin öğrendiklerini pekiştirmedeki önemini anlatın.
Ödev saatinde ödev yapıp yapmadığını kontrol edin, evde değilseniz telefon ederek bu konuda ödün vermediğinizi anlamasını sağlayın. Eve dönünce kontrol edin.
Ödev saatinde dikkatinin dağılmaması için odasının sessiz olmasını sağlayın.
Çocuğunuzun ödev saatlerine onun ilgisini çekecek, etkinlikler koymamaya çalışın.
Çocuğunuzun ödev saatinde değişiklikler, esneklikler ve ertelemeler yapmayın; bu konuda kararlı olun.
Yaptığı ve başarıyla tamamladığı ödevleri konusunda onları ödüllendirin, övgü ifadeleri kullanın.
Zor ödevlerini önce bitirmesi için onu yönlendirin
gibi (veya benzeri) ifadeleri zihninizden tamamen silin!
Çünkü her ne kadar öğrenmede temel prensipler var ise de “Her insan; yetenekleriyle, zekasıyla, kişilik ve davranış özellikleriyle, fizyolojisiyle ve fiziğiyle farklıdır. Yani BİREYİN BİRİCİKLİĞİ vardır” saptaması hiçbir bilim dalının ve hiçbir bireyin itiraz edemeyeceği temel bir gerçektir.
Nasıl ki “Ne kadar öğretmen var ise o kadar öğretim metodu vardır” sözü ne kadar geçerli ise “Ne kadar öğrenci var ise o kadar da öğrenme vardır” sözü de o kadar geçerlidir…
Dolayısıyla yukarıdakilere benzer ifadeler, bireysel farklılıkları, bireysel özelliklere ilişkin olarak öğrenme biçimindeki farklılıkları, öğrenme ortamlarını, bireyin gelişim sürecini, anne – baba tutumlarını, yetişme ortamını ve bireyin öğrenmeye ilişkin şartlanmalarını (veya alışkanlıklarını) dikkate almadan sunulan önerilerdir. Üstelik bilimsel gerçeklerle de ters düşmektedir. Örneğin “kolaydan zora doğru öğrenme” 3 temel öğrenme kanunundan biridir.
Bunun tersi bir uygulama hem geleneksel bir anlayıştır hem bilimsellikten uzaktır hem de motivasyon kuramları açısından sakıncalıdır.
Üstelik bu tür öneriler anne babalara adeta şu mesajları vermektedir:
Çocuğunuzun ödevi yapması uğruna kendinizin de bir hayatı olduğunu unutun ve hayatınızı çocuğunuza endeksleyin (!)
Çocuğunuzun dedektifi olun; o da kendisini potansiyel bir ZANLI gibi hissetsin.
Çocuğunuza güvenmeyin (siz yetiştirmiş olsanız bile; ki bu da aslında şu demektir: Çocuğunuza verdiğiniz eğitime – yani kendinize- güvenmeyin).
Çocuk eğitiminde iç disiplin yerine dış disiplini tercih edin.
Elinizi- ayağınızı çocuğunuzun yaşamından çekmeyin, çünkü o, siz olmadan bir şey yapamaz.
Çocuğunuzu, her olumlu davranışında (onu ilgilendirse bile) ödüllendirerek sürekli ödül beklentisi içinde olan birisi haline getirin.
Ve daha birçok olumsuz mesaj…
“Peki, öyleyse doğrusu nedir?”
“ Anne- baba olarak ne yapmalıyız?” sorularının karmaşık ve yüklü olmayan bir yanıtı vardır:
TEK BİR ŞEY YAPIN, YUKARIDAKİLERİ YAPMAYIN!
Böyle bir yanıt (diğer bir ifade ile verdiğimiz ödev) size çok az ve basit geldi ise ödevinizi biraz artırabilirim. Lütfen kendinize bir düşünme ve ödev köşesi ayırarak aşağıdaki soruları içtenlikle yanıtlayınız.
a) Ödev kime ait?
b) Çocuğumun ödevinin sorumluluğunu almasını istiyor muyum?
c) Peki ben ne yapıyorum?
d) Yaptığım davranış isteğime hizmet ediyor mu?
Ödev yapmanın öğrenmeyi pekiştirmede önemli bir rolü olduğu gerçektir. Dolayısıyla; yukarıda anlatılanlardan “Ödev gereksizdir”, “Önemsemeyin”, “Aldırış etmeyin” gibi bir mesaj kesinlikle çıkarılmamalıdır! ANCAK;
Daha doğmadan önce, cinsiyetini öğrenir öğrenmez hemen her şeyini hazır ettiğimiz,
Cocukluğunda “bir daha mı çocuk olacak” diye her türlü davranışını hoşgörüyle karşıladığımız,
İstiridyelerin incileri ile çocuğumuzun gözyaşı arasındaki farkı karıştırarak aman ağlamasın diye hemen her şeyi HAZIR olarak sunduğumuz veya ağladığı zaman isteklerini gerçekleştirerek ağlamanın, anne-babalara (özelikle büyükanne – büyükbabalara) karşı bir silah olarak kullanılabileceğini öğrettiğimiz,
Yolda “araba çarpmasın, düşmesin” diye elini bırakmadığımız yani kendi ayaklarıyla yürümesine bile izin vermediğimiz,
İlkokulda, “sınıfta arkadaşları içinde küçük düşmesin” diye ödevlerini yaptığımız veya tamamladığımız,
Kendi açlığını hissetmesini ve yemek yerken de haz almasını engelleyerek yemek yedirdiğimiz,
“Geç kalmasın” diye giydirdiğimiz, ayakkabı bağlarını bile bağladığımız, önceden hazırlamış olduğumuz çantasını eline tutuşturduğumuz “,
Ödevini unutsa bile öğretmenine veya arkadaşının annesine telefon edip ödevini öğrendiğimiz, sınavlarından kaç aldığını kendisinden çok öğretmenine sorduğumuz,
Bazı derslerinin bizce zayıf olması nedeniyle ona sorma gereği bile duymadan özel ders aldırdığımız çocuğumuz,
(bizler böyle davrandığımız sürece) aslında kendisine ait olan konuların sorumluluğunu almak için gerçek bir çaba gösterir mi?
Ya da böyle bir çaba göstermesinin bir gereği var mıdır?…
Yanıtlarımızın duraksamadan “HAYIR” şeklinde olduğunu hepimiz duyuyor gibiyiz. Haklısınız; çünkü çocuğumuz bu konuları kendisine problem etmiyor ki; daha doğrusu problem etmesine böyle davranan biz anne-babalardan fırsat kalmıyor ki…
Öyleyse sonuç olarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki;
Çocuğunuzun bir konuda sorumluluk almasını istiyorsanız o konunun çocuğunuz için SORUN olmasını sağlayınız. Çünkü çocuğunuza sahip çıkmak başka bir şeydir, problemine, onun adına sahip çıkmak başka bir şeydir. Çocuğunuza sahip çıkarsanız GÜVEN yerleşir, problemine sahip çıkarsanız SORUMSUZLUK yerleşir.
Aşağıdaki kısa öykünün yazılanları pekiştirmesi ve düşündürmesi dileğimle…
“İyi niyetli ve yardımsever bir arkadaşımla bir gün doğada gezinirken, kozasından çıkmaya çabalayan bir kelebek gördük. Kelebek kozanın lifleri arasından sıyrılmaya çalışmaktaydı. Yardımsever arkadaşım hemen kelebeğin imdadına koştu; dikkatlice kozanın liflerini sıyırdı, kozayı araladı ve kelebeğin fala çabalamadan kozadan çıkmasını sağladı. Ancak kelebek kozadan kolaylıkla çıktıysa da biraz çırpındı ve uçamadı… Yardımsever arkadaşımın gözardı ettiği gerçek şuydu:
Kanatlar ancak kozadan çıkma çabalarıyla güçlenir ve uçuşa hazırlanırdı. Kelebek kendini kurtarma çabalarıyla, aslıda kaslarını geliştirmekte, kendini ayakta tutacak, güçlü kılacak, uçmaya hazırlayacak hareketleri bu çabalarıyla öğrenecekti. Yardımsever arkadaşım görünürde kelebeğin işini kolaylaştırmıştı ancak gerçekte kelebeğin güçlenmesine engel olmuştu.
Kelebek hiçbir zaman özgürlüğü tanımadı, hiçbir zaman gerçekten yaşayamadı”
EĞİTİM-ÖĞRETİM VE ÖĞRETMEN
“Eğitim; Eğitim-öğretim sistemimizde ÖĞRETMENin eğitimci fonksiyonunun ne yazık ki her geçen gün azal(tıl)dığı ve okulların gittikçe “işletme”ye dönüştüğü bir süreçten geçmekteyiz. Bu süreci iki temel nedene dayalı olarak açıklayabiliriz:
çocuk ruhunu uyarmak, onu kendi arzularımıza boyun eğdirmek ve vaktinden önce, gelecek yılların endişeleri içine sokmak için güven ve sevgi bağlarını zorla kabul ettirerek,
çocuğun huzurunu bozmak sanatıdır”.
(J. Friedrich Herbart; 18.yy)Devamını Oku
1) Değerler kaybı
2) Okulların salt “işletme” mantığı ile ele alınması
Değerler kaybı, yaşamın hemen her alanında kalite kaybı ile kendisini gösterir. Çünkü değerlerin kaybedilmeye başlaması demek, bireyin benmerkezci bir düşünce ile “öteki”ne, dış dünyaya ve sosyal olaylara duyarsızlık geliştirmesi demektir. Bunun nedeni de insanın biyo-psiko-sosyal bir varlık olarak değil, fizyolojik bir varlık olarak ele alınışıdır. Aslında daha da üzücü ve düşündürücü olanı, bu ele alış tarzının ayırdında olamayıştır!..
Okulların salt “işletme” mantığı ile ele alınması ise “felsefesiz endüstrileşme” nin bir sonucudur.
İşletmelerin ortak özelliği “maddesel ürün” ortaya çıkarmaktır.
Halbuki eğitimdeki ürün “düşünsel ve davranışsal” dır. Yani insanın düşüncesinin ve davranışının eğitimidir.
İşletmelerde temel düşünce; sistemi mümkün olduğu kadar makineleştirmek, üretimin her aşamasını mümkün olduğunca sayısallaştırarak ölçmeye dayandırmak, mümkün olan en kısa sürede, mümkün olduğunca çok sayıda ürün elde etmek, minimum harcama ile maksimum kaliteyi (!?) yakalamak ve mümkün olabilen en yüksek kârı elde etmektir.
Eğitimdeki temel GERÇEK ise; ürünün bir madde değil İNSAN olmasıdır. Bu nedenledir ki eğitimin vazgeçilmez aracı mümkün olduğunca “İNSAN” OLAN İNSANDIR. İnsan “insan” olduğu sürece de “insan” olan insanlar yetiştirecektir.
Eğitim, bu bağlamda süreçler bütünüdür. Bu genel süreç, kendi içinde belirli süreçlerden ve “belirli mola”lardan oluşur; “sıkıştırmaya” (kısaltmaya) gelmez. Süreçler ve molalar sağlıklı bir şekilde kendini tamamlamadan ölçmelere tabi tutulurlar ise elde edilen sayısal değerler eğitime değil ölçmeye ait olacaklardır. Bu da zamanla, bir araç olması gereken ölçmeyi, amaç haline getirecektir ki o zaman da amaç olması gereken eğitilen insan, araç olacaktır.
Eğitimde amaç sayıdan çok kaliteye endekslidir. Ürünün kalitesinin anlaşılması da, ne fabrikalardaki “hareketli bandın uzunluğu kadar kısa yolculukta, ne de laboratuarlardaki işlemler kadar kısa sürede anlaşılır.
Bunlardan başka eğitimde, minimum çaba ile maksimum verim elde edilemez, maksimum çaba ile maksimim verim elde edilebilir; tabi “hammadde” ye bağlı olarak…
En önemlisi de eğitimde kâr değil “DEĞERLER” vardır. Bu değerler, süreç tamamlandıktan sonra asıl kârı getirir.
Bu nedenlerledir ki eğitim – öğretim kurumlarını bir işletme mantığı ile ele almak (veya işletmelere benzetmeye çalışmak) hem büyük bir yanılgıdır hem de eğitime yüzeysel bir yaklaşımdır. Aslında bu yanılgıların ve yüzeysel yaklaşımların temelinde de eğitim ve öğretim kavramlarının benzerliklerini ve farklarını yeterince bilmemek yatmaktadır. Bu farkların ve benzerliklerin yeterince bilinmeyerek uygulanmaya çalışılan eğitim, tarih eğitimcisi Johan Friedrich Herbart tarafından 18.yy. da şöyle tanımlanmıştır.
“Eğitim, çocuk ruhunu uyarmak, onu kendi arzularımıza boyun eğdirmek ve vaktinden önce, gelecek yılların endişeleri içine sokmak için güven ve sevgi bağlarını zorla kabul ettirerek, çocuğun huzurunu bozmak sanatıdır”.
“Eğitimci yaklaşımın kıymeti mi biliniyor?” veya “Sistem eğitimci yaklaşıma izin mi veriyor?” gibi yakınmaları işitir gibi oluyorum ancak bu ve buna benzer yakınmalar gerçekçi bir savunma değildir. Çünkü;
Eğitimci yaklaşım bir bedel karşılığı ortaya konmaz; eğitim, bir “erdem” (değer) olduğu için icra edilir. Ayrıca eğitimci yaklaşım için izin de alınmaz; böyle bir yaklaşım “eğitimci yüreği”nden ve “eğitimci sorumluluğu” ndan çıkmış bir özgürlüğe zaten sahiptir…
Kerschen Steiner’ ın dediği gibi;
“Bir insanı eğitimci yapan, ne pedagoji bilgisi, ne de gerçek bilimidir, sonsuz insan sevgisidir”.
Peki, “Eğitim” ile “Öğretim” kavramları arasındaki farklılık ve benzerlik gösteren özellikleri nelerdir?
Eğitim; genel anlamda, kişiliğin gelişmesine yardım eden ve bireyin ihtiyaçlarını gözönüne alarak bireyi yetişkin yaşama hazırlayan gerekli bilgi, beceri ve olumlu davranışlar kazandırmayı amaçlayan bir süreçtir.
Öğretim ise; eğitimin, genellikle okullarda (veya sosyal bir kurumda) planlı ve programlı olarak yürütülen kısmıdır.
Eğitim ile öğretim kavramları arasındaki farkları şöyle sıralayabiliriz:
• Eğitim geneldir. Öğretim bu genelin bir parçasıdır.
• Eğitim; plansız, programsız da olabilir. Ancak öğretim planlı ve programlıdır.
• Eğitim zaman ve mekân yönünden kapsamlı, sürekli ve çok boyutludur. Öğretimde ise zaman ve mekânın yanı sıra, öğretmenin, velinin ve öğrencilerin beklentileri de önem taşır.
• Eğitimde bilgi dahil, her türlü yaşantı üzerinde durulur ve bu yaşantılar rastlantısal da olabilir. Ancak öğretimde üzerinde durulacak yaşantıların çerçevesi bellidir ve yaşantılar rastlantısal değildir, güdümlüdür.
• Öğretimde mesleki eğitim görmüş birinin fonksiyonu esastır; yani öğretmenin… Eğitimde böyle bir koşul yoktur.
• Öğretimde etkinlik esastır; bunun için de etkinlik faaliyetlerinin anlamlılığı ve tutarlılığı çok önemlidir. Eğitimde ise böyle bir durum söz konusu değildir.
• Öğretim, bilgi aktarma işidir. Eğitim ise bu bilgi aktarma işini şekillendirmektir, dolayısıyla yaratıcılığı gerektirir.
• Öğretim makine ile de yapılabilir. Ancak eğitimin vazgeçilmez aracı insandır.
• Öğretim bireyin ruh sağlığını fazla dikkate almaz. Eğitimde ise ruh sağlığı temel konulardan birisidir.
• Öğretimin sanatsal yönü yoktur, halbuki bilgiyi aktarma, yoğurma, işleme şekilleri açısından eğitim aynı zamanda bir sanattır. Dolayısıyla eğitimcilik sanatçılık ruhunu gerektirir.
• Öğretimde “iletim” vardır, eğitimde ise “iletişim”.
• Öğretim hizmetlerinde genellikle zorunluluklar söz konusudur, eğitimde ise zorunluluklar yoktur.
• Öğretimde sayısal ölçme vardır (örneğin not verme); eğitimde ise değerlendirme vardır (sayısal veriler kullanılmayabilir).
• Öğretim daha çok nesnel dünyaya aittir. Eğitim ise bireyin iç dünyasına hitap eder.
Eğitim ve öğretim kavramlarının benzerliklerini ise şöyle sıralayabiliriz:
• Eğitim de öğretim de içinde bulunduğu toplumun sosyal, kültürel, politik ve ekonomik olgularından etkilenir.
• Her ikisi de yerel, ulusal ve uluslararası özellikler taşır.
Yukarıda sıralanan bu farklar nedeniyledir ki öğretmenlik, eğitimciliği olabildiğince içinde barındıran bir meslektir ve olmalıdır da… Zaten içinde bulunduğu bütün sıkıntılara rağmen bu meslekten haz alınmasının başka bir nedeni olabilir mi?…
Öğretmenlerin, eğittikleri bireyler (öğrenciler) için çok önemli “model şahıs” oldukları gerçeğini hatırda tutarak, günümüzde gittikçe artmaya başlayan; psikolojik açıdan sağlıksız, eleştirel düşünceden her geçen gün uzaklaşan, “sanal varoluş”u gittikçe artan yoğunlukta ve biçimlerde yaşayan, empati becerisi kaybolmuş, kendi gibi düşünmeyenleri ötekileştiren, toplumsallaşmadan gittikçe uzaklaşan, narsizmi bireysellik sanan bireyleri vakit kaybetmeden EĞİTMELERİ kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Bunun, MEB’ in kararını bekleyemeyecek kadar acil olduğu da bir gerçektir!
Dolayısıyla başta MEB olmak üzere, İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri, Okul Müdürleri, Okul PDR uzmanları, zümre başkanları ve tüm eğitimciler bunu kendilerine görev saymalıdırlar.
Daha da ötesi bizzat öğretmenler, gelecek nesilleri düşünerek mevcut eğitim yaklaşımlarını gözden geçirmeli ve eğitimciliklerini geliştirme yolunda çalışmalara girişmelidirler. Ancak bu çalışma, kullanımı günümüzde “moda” haline gelmiş (ancak içi kuramsal temellerle doldurulmamış) High/Scope, IB, PYP, MYP Çoklu Zekâ vb. programların şeklen incelenmesi ve şeklen uygulanması ile değil; bütün eğitim yaklaşımlarının temelinde yer alan Locke’ un, Pestalozzi’ nin, özellikle Froebel’ in, Dewey’ in, Piaget’ nin, Vygotsky’ nin eğitim yaklaşımlarının incelenmesinden başlanmalı hatta Socrates’ in “doğurtmaca” yöntemine kadar uzanılmalıdır.
Böyle bir girişim; eğitimciler tarafından, çocuklara, anne-babalara, velilere, topluma, ülkeye ve özellikle öğretmenlik mesleğine karşı hissedilmesi gereken bir sorumluluktur.
Çünkü herhangi bir kurumdan, ülke yönetimine kadar birçok karar mekanizmalarında oturan ancak kararlarından genel olarak memnun olunmayan (veya yakınılan) bireylerin okul sıralardan geçtikleri unutulmamalıdır… Yani öğretmenlerin eğitimci fonksiyonları öğretici fonksiyonlarından daha önemlidir. Bunu Hubert şu sözlerle ifade etmektedir:
“Eğer çocuklar, eğitimcinin sabrını taşırıyorlarsa, onlarda kolektif ve anlayış kusurları saydığı şeyler kendisini yıldırıyorsa, onların atılgan hareketlerine gülümseyip geçemiyorsa, o açılıp serpilen ve gelişen taptaze hayatı sevmiyorsa, hele hele hayatın daha şimdiden azdırdığı o varlıkların karşısında özellikle heyecan duymuyorsa; bu mesleği bıraksın daha iyi olacaktır. Çünkü öğretmenlikte mutluluğu bulamayacağı gibi, mesleğine de hiçbir faydası olamayacaktır”.
Büyük önder Atatürk, aslında 27 Ekim 1922’ de Bursa’ da öğretmenlere hitaben yaptığı bir konuşmasında eğitimin önemini ve bu bağlamdaki en temel görevimizi şöyle açıklamıştır:
“Bayanlar, Baylar,
Görülüyor ki, en önemli ve en verimli ödevlerimiz, eğitim ve öğretim işlerimizdir. Bu işlerde ne yapıp yapıp, başarıya ulaşmamız gereklidir. Bu ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yoldadır. Ancak bu zaferin sağlanması için hepimizin tek can, tek düşünce olarak belirli bir program üzerinde çalışmamız gerekir. Bence bu programdan istenen ve beklenen iki şey vardır:
a) Toplum yaşayışımızın ihtiyaçlarına uygun düşmesi
b) Çağımızın getirdiği ve gerektirdiği gerçeklere uygun düşmesi”.
Bu gerçeğin farkına varılması, bir ulus olarak yarınlarımız için bilimsel temellere oturtulmuş ve evrensel değerlerle uyumlu gerekli çalışmaların yapılması ve bu çalışmaların geliştirilmek koşuluyla kalıcı olması dileğimle…
Babalar Günü: Fakat Baba Nerede?
“(Annem seni hep daha çok sevdi) sözü sık duyulan bir kardeş şikayetidir. Bazen bilinçsizce de olsa su yüzüne çıkan bir başka durum daha vardır : “Her zaman en çok annemizi sevdik” Fakat baba nerede? Kültürümüzde ve kalbimizde baba hep ortalarda bir yerde olmuştur. Anneler günü en önce geldi. Babalar “gün”lerini ancak iki yıl sonrasında elde ettiler.Devamını Oku
Bugün anne hala öndedir. Anneler gününde babalar günündekinden daha çok kart alınır (150 milyona 95 milyon). Uzun mesafeli telefon görüşmeleri daha çok yapılır. Baba daha az hediye almakla kalmaz, genelde bunların ödemesini de yapmak zorundadır.
Annelerin bu saygın statüleri genel olarak onların uzun zaman alan yetiştirme-besleme rollerinden kaynaklanır. Baba dışarıda bir yerlerde para kazanmak için çaba sarf ederken anne evin derinliklerinde çocuklarına bakmakla meşgul olmuştur. Çorba servisini yapan ve hasta iken burnunuzu silen hep annenizdir.Yarışta sonuncu geldiğinizde veya sınıf arkadaşınızın doğum günü partisine çağrılmadığınızda sizi teselli eden anneniz olmuştur. En zayıf ve korumasız anlarınızda hep yanınızda olmuştur o…
Zamanla daha çok anne, çalışmaya başladıkça, o alışılmış cinsiyet rolleri gevşemiştir ve baba da anne kadar önemli ve kabiliyetli bir bakıcı rolü üstlenmeye başlamıştır Hatta dul anne babalar üzerinde yapılan son araştırmalar babalarınca bakılan küçüklerin anneleri tarafından bakılanlardan farklı olmadığını ortaya koymuştur.
Bu durum insanda merak uyandırmaktadır. Bir gün, gururlu erkek çocukların şişkin pazılarında “babam” yazılı dövmeler “annem” yazılı dövmeler kadar sık kendini gösterecek midir?
Toufexis (1999) “Fakat Baba Nerede?” başlıklı bu yazısında, çocuğun yetişmesinde önemi olan anne-baba tutumları konusunda babanın da anne kadar etkin olması gerektiğini vurgulasa da annenin ağırlıklı rolüne dikkat çekmektedir.
Bu durum genellikle babaların rollerini yeterince yerine getirememelerinden mi (belki de getirmediklerinden mi ya da getirmeye istekli olmadıklarından mı) yoksa annelerin zaten (!) bu rolü yeterince yerine getirdiklerini düşündüklerinden mi kaynaklanmakta, veya içinde yaşanılan kültürün biçimlendirdiği “baba” lığın gereklerinden mi yoksa bu sayılanların hepsinin belli orandaki payından mı kaynaklanmaktadır?…
Bunlar tartışılabilir; ancak bilinen bir gerçek var ki; çocuk ile ilgili olarak anne-babalara yönelik ne tür bir çalışma yapılırsa yapılsın, babalar genellikle, önceleri “ortalıkla görünmemekte” ısrarlı söylemler veya zorunluluk ifadeleri sonucunda sonradan sahneye çıkmaktadırlar (!). Üstelik, “bizler kim için çalışıyoruz ki; her şey çocuklarımız için” şeklindeki ebeveyn söylemini daha çok babaların dile getirmesine rağmen!…
Geleneksel baba rolünde babalar, çoğunlukla korkulması ve saygı duyulması gereken, az konuşan, sevecenliğe ve coşkuya dayalı duygularını gizleyen ancak kızgınlığa ve öfkeye dayalı duygularını açıkça ifade eden, çocuklarla fazla yüz göz olmamak için evin elçisini (anneyi) devreye sokan, evin geçimini sağlayan REİS konumundadırlar. Bu nedenledir ki anneler “Ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz” sözünü beğenirlerken babalar da bazı arabalarda yazılı olan “Babam sağolsun” cümlesinden gurur(!) duyarlar.
Değerli babalar, baba adayları ve baba aday adayları; Onur duyulması gereken asıl durum, aslında bastırılması ve kontrol edilmesi gereken duygularımızı geleneksel normların verdiği “yetki”(!?) ile açıkça ortaya koyabilmek değil, tam tersine; sevgi ve coşkuya dayalı duygularımızı (saygınlığımızı kaybetme kaygısından uzaklaşarak), canımızdan bir parça olan çocuklarımız ve hayatımızı paylaştığımız eşimizle bastırmadan paylaşılabilmektir.
Gereksiz kabuğumuzdan çıkarak, haydi sahneye…
Yararlanılan kaynak: Toufexis, A. (1999). But Where’ s Dad?. Psychology Today, 32 (3), 88-89
İş Analizi ve Ücret Yönetimi
İş analizi, herhangi bir işi oluşturan spesifik görevlerin ve bu görevleri başarılı bir şeklide gerçekleştirebilmek için çalışanda bulunması gereken özeliklerin belirlendiği bir aktivitedir. Bu aktivitede belirlenen kriter ya da boyutlar, eleman seçiminde, performans değerlemesinde, eleman Devamını Oku
Eleman seçiminde; seçilecek elemanların, iş analizi yoluyla belirlenen iş performansı kriterlerini karşılayacak bilgi, beceri ve yetenekte olması gerekmektedir. Bu nedenle bu özellikleri ölçmeyi hedefleyen psikoteknik araçlar ve yöntemler kullanılır.
Performans değerlemesinde; iş analizi yoluyla belirlenen önemli şi boyutları ve performans kriterleri, elemanların performansını değerlendirmek için geliştirilecek sistemlerin hammaddesini oluşturur.
Eleman eğitiminde; iş analizi yoluyla belirlenen önemli iş boyutları, elemanların eğitim ihtiyaçlarının belirlenmesinde ve eğitim programlarının değerlendirilmesinde önemli bir rol oynar. Bununla birlikte elemanlarda işin gerektirdiği gerekli bilgi, beceri ve yeteneklerin geliştirilmesine yönelik eğitimlerde de iş analizinin önemi büyüktür.